Olduğunuz Yerden Büyük Olmak-1


Kabullenmeniz istenen şeyler vardır. “e evlilik hayatı böyle bir şey zaten, erkekler/kadınlar böyledir.” “Çalışma hayatı böyle, kimse kolay kazanmıyor.”

Bir işiniz vardır. Ama iş o kadar rutine binmiş, her sonuç o kadar öngörülebilirdir ki, sıkıntıdan patlayacağınızı sanırsınız. Müşteri ve patron tipleri, çalışma arkadaşları, hepsinin bir sonraki cümlesi veya krizin ne zaman kopacağı, hepsini bilirsiniz. Yazışmaların, prosedürlerin, toplantıların nasıl işleyeceğini ezberlemişsinizdir, sanki oradaki her anınız sonsuz bir deja vu. Üstelik bunca öngörülebilir ve sıradan işlerin sizin için bir zorluğu (her şey fazla kolaydır) veya cazibesi olmamasına rağmen, bu işlerde bir de parlamanız ve kendinizi göstermeniz gerektiğini (sınıfta çocuklarla yaptığınız tüm satılabilir etkinliklerin fotoğrafını çekip veliler için yayınlanmak üzere saklamalısınız) söylediklerinde sıkıntınız  dayanılmaz olur. Molalarda, yolda, yemekte konuştuğunuz herkes görünürde sizinle aynı şeylerden şikayetçidir fakat kabul etmeleri daha kolaydır, hatta sizi biraz “tuzu kuru” olduğunuz (buna nasıl karar verdiklerini bilemezsiniz, bu kadar şikayet ve şımarıklık edecek kadar cesursanız muhtemelen arkanız sağlam olmalıdır) için kusurları daha fazla görüyor olmakla suçlayabilirler. Kabullenmeniz beklenir, çalışma hayatı böyle bir şeydir. Dünyaya yeni ayak basmış gibi, olağan her şeyi yadırgayıp şaşırmanız sizin saflığınız veya lüzumsuz idealizminizle dikkat çekme çabanızdır.

Topluluklara girip çıkarsınız. Paylaşım çemberlerinde bir anda herkesin güler yüzlü, tam da şimdi şu an anlamış, kararlar vermiş, paylaşımcı ve pozitif olmaya başlamasını aklınız almaz. Bir anda çok çeşitli konularda birden farkındalık kazanmışlar, yavaşlamaya karar vermişler, akışa teslim olmuşlardır. Bu geçişin hızı ve bu farkındalık taklidi, şimdinin deyimiyle tam bir “red flag”dir. Hiçbir uygulamaya direnmezler, hemen uyum sağlarlar, bunu niye yapıyoruz demezler çünkü orada akışa gelmişlerdir. Siz de paylaşımınızı belki salya sümük ağlayarak yaparsınız ama paylaşım ve uyanışın ölçüsünü de kaçırıp herkesi tedirgin etmişsinizdir. Hani bariyerleri indirecektik, içten olacaktık? O öyle değil, ortalamanın içten olduğu kadar içten, ortalama kadar akışta olmalıydınız. Herkes dans ediyorken dans edilir, herkes ağlarken ağlanır, herkes somatik deneyimlerken somatik deneyimlenir.

Dini topluluklara girersiniz. Hamur gibi yoğrulmaya hazır olmadığınız için casus veya kibirli ve nefsinin esiri olmuş birisinizdir. Fazla dünyevisinizdir. Fazla dünyevi topluluklarda da fazla uhrevi olduğunuz gibi. Çekim yasacılarının yanında evren yerine Allah dediğiniz için uymazsınız, Allah denen yerlerde meditasyon yapıyorum deyince “namaz en güzel meditasyon” olduğu için olmazsınız. Her ortam sizi artık lütfen tek bir şey seçip ona tutunmaya ve adanmaya davet eder. Belli terimleri, cümle kalıplarını kullanmak size tuhaf geldiği için zaten hemen ayrışırsınız. Tek bir din, tek bir bayrak, tek bir cinsiyet, sizi gördüklerinde üzerinizde ne olduğunuz yazan bir varoluşunuz olmalıdır. 

Elbette size çözüm önerileriyle gelenler olur. Kibrinizi yenmelisinizdir. Haklı olabilirler dersiniz. Yıllarını buna adamış hocamızdan daha ilim ve takva sahibi değilsiniz. Sessiz ve anlayışlı gülümseyişler, “daha hiçbir şey bilmiyorsun, pişeceksin”i, fazla tevazu ve edeplerinden söylemeyişler. Öbür toplulukta ise, her yerden dışlanma şemanız olduğu ve belki de atalarınızdan gelen bir şemayı sürdürdüğünüzü ve bunu halletmeniz gerektiğini duyabilirsiniz. Her ortamda “gerçek potansiyelini ortaya koymuyorsun, biraz daha çabalaman lazım” mesajının sonucu olarak kendinizi, dışarıda kalma veya başka bir şey olma seçeneğiniz olmadığına ikna edersiniz. 

Bunların hepsi, o bu değil, şu şemadan: kendini tanımamak, kendini reddetmek, ne hissettiğini, ne istediğini bulacak cesareti göstermemek. Bunda da suçlu siz değildiniz. Evde öğrenilen şeyleri öğrenmemiştiniz. Şimdi öğrenmek de mümkün. 

Bir depresyon kolay büyümüyor. Çocukluğunda bir kere “bende yanlış bir şey olmalı” diye düşünmeye alışmış olan biri, her bağ kurma çabasında ya reddedilişin izlerini arar ya da bağ kurmaktan tamamen vazgeçer, ya da kendisini terk eder. Bu insanlar, yıllar süren depresyondan kolayca çıkabilirler. Ama girdikleri her ortamda aynı hastalık var. Sığlık, sıradanlık, ezberle yaşamak, “sen de fazla düşünüyorsun” hastalığı. “aslında çıkıp biraz yürüsen geçer” hastalığı. “her şey kafada bitiyor” hastalığı. Şimdi daha yenileri de var. Spiritüel dünyanın akışa teslimiyet ve pozitifte kalma çabası, yeterince para manifest edemediyseniz, veya kiloluysanız, spiritüelliğinizde de bir sorun olduğu ve kişinin yine ya rol yapmaya, kendini saklamaya ya da yine “bende bir bozukluk var” diyerek kendine yüklenmeye başvurması.

Bazı çocuklar, üstün zekalıdır, özel yeteneklidir ve fazla hassastır. Aslında dünyaya birer hediyeyle gelmişlerdir ama başta aileleri olmak üzere, onlardan herkes korkar. Çünkü bunlar, zaten yeterince derdimizin olduğu hayatta tam bir baş belasıdırlar, tuvalete gidip fermuarlarını açamadıklarında bile delice ağlar, yalnızca tek bir kalemle yazabilir, onu kaybederlerse sinir krizi geçirir ve sırada oturmayı reddederler. Derste su şişesiyle, oyun hamuruyla oynar, ancak bu şekilde kendilerini sakinleştirebilirler ve ergenliğe girdiklerinde onları kaybetmiş olursunuz. Arka sırada uyuyan çocuk, İngilizceyi süper konuşabildiği halde asla konuşmayan çocuk, sadece resim çizen, asla not almayan ve kitap defter taşımayan çocuk. Bunlar zincir kıran çocuklar olacaklardır ve pek çok kişi bilmez, bir süre sonra, elbette "sorun çıkarmaktan" vazgeçtilerse, onlardan vazgeçilir ve görünmez olurlar. Onlara çeşitli tanılar konur ve ilaçlar verilir çünkü zincir kıranlar tekinsizdir. Bir kere hocalardan daha zekilerdir. Olaylardaki tutarsızlıkları, sistemlerdeki açıkları da görürler ve kimse kurulu düzeninin bozulmasını istemez. Okullarda her gün ruhu ölen çocukları yıllardır görüyorum. Bu çocuklar farklıdır sırada oturmak bile onlar için eziyettir ve ayakta durma izinleri yoktur, herkesle aynı sıralara oturmak zorunda kalırlar. Bağdaş kurduklarında saygısızlıkla veya dikkat dağıtmakla suçlanırlar. Hareket sınırlaması, yalnızca çocukları değil öğretmenleri de kapsar. Örneğin bir gün öğretmen masasına oturduğumu gören bir idareci, "Ben sizi anladım hocam, siz Ölü Ozanlar Derneği tarzı bir hocasınız ama masalara oturmuyoruz, siz masaya oturursanız onlar da sıraların üstüne otururlar." Ne kadar tehlikeli bir hareket başlatmak üzereymişim görebiliyor musunuz?

Eğitimde eşitlik başka bir şey olmalıdır ama biz gidip bu olağanüstü çocukları herkesle aynı şeyleri, bizim anlattığımız şekilde öğrenmeye zorlarız, herkesle aynı şeyi yaparsa törpülenecek ve topluma uyum sağlayacaktır. Bu çocuğa kendi biricik kendisi olma imkanı vermeyiz. Bu yüzden, sınıf düzenini bozduğu için haftada en az iki kere rehberlik servisi veya müdür yardımcısının odasında resim çizer. Resimlerinden anlamlar çıkarılır ama çıkan anlam sadece ailenin ve çocuğun düzeltilmesiyle ilgili olur. Sistemi bir çocuk için değiştirecek değilizdir. Oysa sınıf düzeni dediğimiz şey, ilk etapta, sınıftaki herhangi bir çocuğun özelliklerine göre tasarlanmamıştır. Kimin çıkardığını bilmediğimiz bir tasarım ve malzemeyle hayatımıza girmiş ve bir daha da sorgulanmamıştır. Farklılaştırılmış öğretme denilen şey de hala pek çok özel okulun kayıt satmak için ağzına doladığı bir yalandır o kadar. Şu an iyi bir okulun bile yapabildiği en farklılaştırılmış öğretim, öğrencilerini kur sınıflarına ayırmaktan ibarettir ki bunu da sadece yazılı sınav sonuçlarına göre yapar. Disleksisi olan çocuklara da aynı sınavın daha basiti, daha büyük puntoyla yazılmış ve sade görünümlü olanı uygulanır. Bunun dışında, ne kadar özel ve önemli oluşlarıyla ilgili bir şey işitmeden arada kaynayıp giderler. Hatta “normal” çocuklu veliler, bu özel öğrencilerin okula neden kabul edildiğini sorgular, sorularıyla sınıfın hızını düşürdüklerinden şikayet ederler.

Bazı çocuklar özel ve incelenmesi gereken ailelerden gelir, doğru. Fakat bir tedavi söz konusuysa aileden başlayarak okulun da tedavi edilmesi gerekiyor. Çünkü günümüzde ruh sağlığının veya günlük hayata uyumun zorlaşmasının en büyük sorumlusu aile ve diğer kurumlar. Terapi, sizi anlamaya çalışmak için işin yavaşlatılmasına tahammülü olmayan, acelesi olduğu için üstünüze basıp geçecek bozuk bir sisteme adapte etme çabasıdır. İşlevsellik kazanıldığı anda terapi büyük ölçüde görevini yapmış olur. Depresyon semptomlarının azaltılması denilen şey, bu günlük hayat dediğimiz şeye daha kabullenici, daha “başka bir yol” aramayan, daha “durun, iyileşip aranıza katılacağım” diyen bir versiyonunuzu yaratmaktır. Parlamanızı, ışımanızı, coşmanızı, özgürlüğünüzü değil, hayatta iyi kötü bir şekilde kalmanızı başarabilse yeterdir. Çünkü terapinin de işi, sisteme kafa tutmak veya sizi kendi hediyelerinizle güçlendirmekten çok, niye böyle olduğunuzun farkına varmanızı ve bu koşullarda ölmemek için asgari enerji ve çabayı toparlayabilmenizi sağlamaya yardım etmektir. Bu anlamda da takdiri hak eder. Hayatta kalmak en önemli şeyimizdir zaten. Başlayacağımız yer burası olacaktır.

Yazının devamı için tıklayın

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İnci ve Su

Tanrım Kötü Kullarını Sen Affetsen Ben de Affederim

Seni Neden Sevdiğimiz