Sing for the laughter, sing for the tear

 


Bu söğüt ağacını tanıyorum. Fethiye’de de vardı.  O zamanki bir dere kenarındaydı. Bu ağaç Eryaman’da bir yol kenarında. Asfaltta oturuyorum. Ağacın dalları beni örtüyor.

Ağacın gövdesinden ayrılan ilk yetişkin dal muhtemelen bir rüzgarda çatırdayıp boyuna ayrılmış. Orada, ağaçta kalan kocaman parçası çıplak; yağmura, kara, rüzgara maruz kalacak. İnsan bakınca, o boşluğa, çıplaklığa üzülüyor. O giden dal, gövdenin canını yakmış mıdır? Kendine bir kabuk, bir koruyucu tabaka örebilir mi? Şeklinin bozulduğunu kafasına takmış mıdır? Durumunu kabul etmesi kaç gününü, kaç yılını almıştır?

Ağaçlar da bir çatırdamayı önce tüm bedenlerinde hissediyorlar mıdır? Şimdi geri kalan bu gövdeye ne olacak, o koca dal ortasından yarılıp düşebildiyse biz minnacık yapraklara neler olmaz? Geride kalan hayatı koruma derdine düştüklerinde, o parçalarını unutmaya başlıyorlar mıdır?

Ağaçlar da belki bir işaret bekleye bekleye, beklerken büyüyüp gittiklerini anlamıyorlardır. Ama bir gün rutinleri bozulunca, bir yabancıyla karşılaşınca, yan apartmanda ansızın çalmaya başlayan şarkı Sing for the laughter and sing for the tear dediğinde artık nihayet anlıyorlardır. Büyüyeceksin!

Dal koptuğu anda amaaan boşver, bizde daha ne dallar var diyecek kadar umursamaz olduklarını sanmıyorum ama bu güneşin altında nelerin mümkün olabileceğini fısıldayan hayat devam ederken, usulcacık akan zaman onlara şunu sezdiriyordur. O dal, her şeyiniz değildi. 

Kızıma



Kara saçlı kocaman saçlı kızım. Saçlarını taratmayan deli kızım. Sen varsan dünyalar var ve renkler hiç bu kadar çılgın olmamıştı, rüzgar hiç böyle ılık ve böyle soğuk ve bu kadar yırtarcasına esmemişti. Geldin geleli dünya alt üst, geldin geleli dünya küçük bir cennet. Elimden kayan bir yıldızı koşup koparıp geri verdin bana. Ellerim yandı ellerim senin küçük ellerini bulunca kocaman oldu. Babasının elinden tutmadan yürüyen cesur kızım. Annesinin iki adım önünden koşan başına buyruk kızım. Seninle biz değişik olacağız değil mi, öyleyiz de... Seninle biz, yarıda kalmış bir şarkıyı tamamlayana kadar baştan çalacağız belki de... Baktık olmayacak sıfırdan yazacağız, ne kadarı mümkünse o kadar sıfırdan.
Seninle biz çimenlerde iki çocuk gibi yan yana uzanıp göğe bakarak yaşayalım sonsuz zamanlarımız var gibi. Seninle hiç bitmez bir bardak çayı içer gibi sakince, muhabbetle ve sessizlikten hiç ama hiç korkmadan yaşayalım deli kızım.
Kocaman saçlarını savurarak tıpkı Merida gibi uçuşarak kaşlarını çatarak kalkıp gittiğinde sen, bana en fazla senin okunu ve yayını eline verip ardından dua etmek düşecek sonra. Senin öfken dinene kadar sarılmak sana. Bana düşen bu.
Gel biz seninle en sevdiğimiz şarkının başladığını duymuşuz da büyülenmişiz gibi yaşayalım, gözlerimiz yarı kapalı yarı açık. 
Seninle biz milyon renkli bir kelebeği bekler gibi sabırla yaşayalım ve bazen nefes bile almadan sabırla hiç kapanmadan ellerimiz, rahatsız etmeden ve incitmeden.
Gel seninle bir deniz kenarında tuz kokusu ve maviden sarhoş olmuş gibi sersemce yaşayalım utanmadan romantikliğimizden. Önümüze gelene çiçek verelim, kitap dağıtalım. Seninle biz aptalca cömert ve özgür olalım. Seninle biz kendimizi kimseye anlatmak ve kanıtlamak gerekmeyen bir kabile bulana kadar binip atlarımıza koşalım. Atlarımızın boynuna sarılalım ağaçların altından geçerken. Yaratılmış herşeyle kardeş olduğumuzu içimizde büyüleyici bir koku gibi duyalım.
Seninle biz yeşilin içinde kaybolalım; ağaç kabuklarına dokunarak yaralansın en fazla ellerimiz, kuş yuvalarına tırmanarak, vahşi hayvanların ayak izlerini sürerek ve vahşi kırmızı orman meyveleri bulunca öyle aç öyle iştahla öyle yabani durup şükredip gözlerimiz dolu dolu yiyelim.
Sen öğrendiğin şiirleri söyle, ben sana aferin yerine kocaman sarılayım hiç bir sarılış eksik kalmasın, hayatında hiç eksik aferin kalmasın, dünyadan yıldız dilenme, dünyada yere düşmüş sevgi var mıdır diye koşup yorulma diye. Öyle bol başla ki hayata, dağıtarak sana verilenleri, hiç bitmez gibi sev, cesurca sev hesap defterleri tutmadan. 
Senin küçük ellerini gördüm göreli şaşkınım, iyi miyim, nasılım? Kocaman açtığın zeytin gözlerin... İstediğin her şeye karşı çaktırmasam da dizlerimin bağı çözüm çözüm. Kızıyorum ama kızamıyorum sana. Sen bana verilen ne varsa dolu dolu almakta öyle haklısın ki. Sen yere inen rahmetten benim üzerimden haberdar olacaksın ve ben ne kadar şefkatliyim bilmiyorum, içimde olan her şeyden sana da vereceğim, elimden gelen her işi yapacağım... İşine yarayacak her şeyi öğretmek var sana ama yapamam. Sen benim konuşan gözlerimle ve yürüyen ayaklarımla öğreneceksin en çok. Ben sana kara tahtanın önünde ve kitaplarla öğretemem ki bundan hiç hoşlanmıyorsun zaten. Sen neredeyse tamam bir güzellikle gönderilmişsin, sana ne katabilirim, en fazla bozmamak için korumaya çalışabilirim...
İçimizi kimseden saklamayalım, ağladık mı ağlayalım olur mu? Geleni yaşayalım kendimizden sakınmayalım. İçimiz güldü mü gülelim. Kalbimizin rüzgarına yelken açıp coşkuyla gidelim. Biraz akıl katarız, biz çok inanırsak mümkün bir şekildir bu değil mi? Sen kendi masalların ve hayallerinle gelirsin tutarsın elimi, kendine hazırladığın o küçük çantalarından hazırlarsın, ben sana pembe bir atkı örerim üşüyünce boynuna dolarsın, bazen kendimize bir çadır kurarız ve belki bisikletlerimize binip çok uzaklara gideriz. Böylesi de mümkündür değil mi? İnsanlar kendilerine yepyeni bir masal yazabilirler değil mi?

15 Ocak 2014

doğum

1

Kendini yine bir duvarın önünde dua ederken buldun. O ilk zamandan bu zamana ne değişti? O zaman annenin "tutturduğunu tutturuyor bu da" dediği çocuktun. Şimdi, kendini daha ulvi bir gayeye adamak için kadılıktan istifa ettiğinde tevazusundan gönlü hoş olmuş  ama her sohbette yalnızca, “ben bilmem” zikrini söylemek zorunda kalınca dünyası altüst olan Yunus’u izliyorsun. Şimdi avlu süpürüyorsun, kazma kürek tamirine çarşıya iniyorsun.

2.      Dünya bir aynadır diyorlar. O zaman, yokuş da bir ayna, mandalina kokusu da bir ayna, cocostar da bir ayna olsa? Öyleyse sana tespihlerin yerini gösteren küçük kız da sensen, hayrına kağıt havlu dağıtan kadın da? Öyleyse rengarenk tespihler, Hacı Bayram Camii duvarıyla bitişik Augustus Tapınağı? Sen o zaman, tamam gölgensin ama sen ya aynı zamanda sevdiğinsen, sen bir deli koyunsan, sen portakallı keksen? Sen, hem Cumartesi günleri kepenkleri indiren dükkanlar, hem yük arabalarında birbirini neşeyle süren çıraklar, hem laleli mor seccadelersen? Sen o zaman hem içerisi, hem dışarısıysan? İçerinde bir soba yanar, ellerin öyle ısınır; dışarında serin bir teras ve koskoca bir şehir manzarası ve yıldızlar vardır. 

3.      Kadınlar konuşurken duydun. "Ölüleri diriltiyor", dediler. Sen de, ölüleri diriltene, yaşayanları diriltmek zor değildir, diye düşündün. 

İnşirah

 

İşte hırkanız, şemsiyeniz, fincanınız size geri gönderilmiş. Atabilirsiniz, demenize rağmen, bir değer verilmiş. Sanki, olsun, size ait bir şeyi atmaya kıyamayız, demişler. Gece bunu düşündüm sağa dönüp sola dönüp. Bu fikirden gözlerim yaşardı. Tırnaklarımda simler, saçlarımı açıp, ağacımı süsleyip, annemin buzluğuma koyduğu taze fasulyeyi pişirmek, yanına pilav yapmak git gide kolaylaştı. Ömrü bitmemiş eşya da, insan da işte, yaşamaya devam etti.

Sokağın başında bekleyen hayalet arabayı kaldırdılar. Benim yükümü kaldırdılar sanki. O arabanın davası görüldü veya davacı vazgeçti, bilmiyorum. “Bu arabaya dokunmayın” yazıyordu üstünde. “Arabayı bu hale getirenlerin bulunması ve cezasını bulması için burada duruyor.” Böyle bir şey yazıyordu. Markete giderken onu gördükçe moralim bozuluyordu. Bu bana, eskinin hesabını dürmeye direnen bir parçamı hatırlatıyordu. Sorumluları cezasını çeksin diye beklerken, her gün içinde taşıdığın bir enkazla, bir demir yığınıyla bedeli kendine ödetmek. İşte sonra şöyle dedi sevgi: Hepinizi olduğunuz halinizle gördüm, kabul ettim. Ben yine de kendi yoluma gidiyorum, yüzümü de iyi bir şeye dönmeyi seçtim. Bu enkaz da size ait, bana değil.

Hani demişti ya, “yalnızlık mı, ne yalnızlığı? Şu kuşları, ağaçları, dağları görmüyor musun?” Dünya kardeş olmuş, gözlerimi yumduğum anda yanımdalar. Bu yalnızlıkta ne kadar çok bereket, bolluk içindeyim. Mutfak masamda oturup her daim yeşil ağaçlara bakarken yağmur başladı. Özge dedi ki, yağmur yağarken edilen dualar kabul olurmuş. Bütün dualarım kabul oldu. Sonra gözüme bir şey batıyordu, Özge dua etti ve geçiverdi. İnsan sevgiden başka bir şeyle iyileşmez gibi geliyor.

Yeni Şarkı

 Ders hazırlığı, Eylül akşamı, masamda kitaplar, propolisli su, elma dilimleri ve limon. 

Özlediğim bir Patara. Kalkan'da dükkanlar, Ayşe'nin mavi saçları. Bu ayın sonu, merkür retrosu.

Beyaz çiçekler, uzaktan kutlanan doğumgünleri. Kendi hislerimle onların hislerinin ayırdına varabilmek.

Bazı sözleri söylemeseydim şimdi birbirimizden daha uzakta olabilirdik. İçimi dinlemeseydim kendimden daha uzakta olabilirdim. 

"Gerçek bir eş veya arkadaş sizi, bulmaya çalıştığınız o güzelliği ve sevgiyi kendi içinizde aramaya teşvik edendir."

Thich Nhat  Hanh 

Yeni şarkım için: https://youtu.be/-JZ1CxlUAVw







Çiçek- Yeni Bir Şarkı

 İşte yeni şarkımız. Yıllar sonra blog yazıları küçüldü ve yoğunlaştırılmış bir şekilde şarkı sözlerinde bir araya geliyor. 

Uzun yollardan geldim. Daha kısasını, özünü söylemek için dünyayı dolaşıp yorulmuş, sonra güzel ve temiz bir yatakta uyumuş dinlenmiş ve sabah denize karşı pencereler açmış gibiyim.

Bu şarkıyı, sesimi, nefesimi açan, çiçeklendiren şan öğretmenim Derya Kayaalp'e adıyorum. 

Bana Kalan

 İçinde sadece kendi sesim ve gitar olan bir şarkı vardı. Bu şarkıyı galiba 2014te kendime yazmıştım. Yıllarca bir kenarda durdu, şarkı söylemeye hakkım olduğuna karar verene kadar. Sonra bir gün bunu ukuleleyle çaldım. 

Bir şarkının ruhu vardır ama bu ruhu bazen tek enstrümanla anlatamazsınız. Bu bir paradoks olabilir ama başka enstrümanlarla desteklerseniz şarkının sadeliğini ve ne dediğini daha çok ortaya koyabilirsiniz ve bir şarkıyı en sade haliyle kime verirseniz verin, o kişi o şarkıyı kendisinin kılacak elementler ekleyecektir. Bu bazen şarkının sizin ruhunuzdan çıkıp başkasının eşyası haline gelmesine kadar gidebilir.

Ama Hakan ne eklediyse de şarkı, ben olmaktan çıkmadı.

Onun bu şarkıyı devralması yıllar sürdü. Zamanını beklemiş. Ve devraldığı günden iki üç gün sonra hazırdı. Tertemiz, kolayca, eğlenerek. Birbirimizi yıllardır tanımaktan gelen bir konuşmadan bilme haliyle. O benim bu şarkıyı yazan ruhumu tanıyor. Ona kendi ruhundan, bilgisinden ve kendine ihanet de etmeden hangi parçaları ekleyebileceğini biliyor.

İşte şarkının son hali bu.

Bu şarkının ortaya çıkması için bana güzel enerjiler ve dualar yollayan başta Özge'ye, kızıma, bir thetahealing meleği olan Filiz Hocama ve ne zaman başım sıkışsa destek istediğim diğer melek arkadaşlarıma, anneme, şarkının geçtiği yolları paylaştığım ve hep yanıbaşımda bulduğum Gülşen'e ve tabii ki, sanatını konuşturan Hakan'a teşekkür ediyorum. Bildiğim bir şey de şu, bana gelecek bir teselli varmış ve herkesin eliyle gelmiş.

Sing for the laughter, sing for the tear

  Bu söğüt ağacını tanıyorum. Fethiye’de de vardı.   O zamanki bir dere kenarındaydı. Bu ağaç Eryaman’da bir yol kenarında. Asfaltta oturu...