Eski Kitap, Yeni Kitap


Blogdaki yazılardan 2014 yılına kadar olanların toplandığı bir kitabım vardı biliyorsunuz. Bu kitabın yayıneviyle sözleşmesi çoktan bitti. Ben de bir daha yayınevleriyle uğraşmak istemiyorum. Bağımsız olarak tekrar yayınlamaya karar verdim. Shopier üzerinden ulaşarak uygun bir fiyata pdf versiyonunu alabilirsiniz. Link blogda yan panelde duracak.

Bu blog ve Tuzlu Su'da yazdığım yazıları da galiba ayrı konulara ayırarak bu şekilde bir araya getireceğim. Aklınızda kalmış, içinde bu da olsun dediğiniz veya bulamadığınız yazılar varsa annecafede@gmail.com adresine yazarsanız sevinirim. 

Olduğunuz Yerden Büyük Olmak-2


Yazının ilk bölümü: Olduğunuz Yerden Büyük Olmak-1

Yine de en cesur alan şimdilik spiritüel danışmanların, eğitmenlerin, şifacıların elinde. Bunların da ayrı istismarlara sebep olduğu dönemler oldu. Günümüzde insanların narsizm, toksik ortamlar gibi konularda biraz daha bilgi sahibi olması vesilesyle artık daha uyanık davranarak insanı iyileştireceği yerde kötüleştiren yerlerden uzaklaşmaya biraz daha erken karar verebildiğini görüyoruz. 

Şimdiye kadar eğitim hayatımda gördüğüm en büyük gerçeklerden biri şudur. Eğitim hedefleri konusunda geride kalan pek çok çocuk, bu hedefler dışındaki herhangi bir alanda, ama kendi seçtikleri bir alanda üstün becerilere veya zekaya en azından geliştirilirse üstünlüğe dönüşecek bir enerji ve potansiyele sahiptir. Sonra da insanlar şifa çalışmalarında gidip neden bir türlü yeterli hissedemiyorum’un cevabını arar. Neden hissetsin ki? 20 yıldır ona, sadece kendi sınavları ve kriterleriyle yetersizsin diyen orduların içinden geçti. O kadar da kalabalıklardı ve onların sesi o kadar bilimsel, o kadar “dini kaynaklardan beslenen” gür bir sesti ki, “bu kadar kişi haksız olamaz, bende bir bozukluk” var demeyi öğrendi. 

 Sonra ne oldu? Tuhaflığınız, başkalığınız, mantıksızlığınız, akılsızlığınız sonsuz bir döngüye girdi. Kabul edilebilir, makul bir işiniz, güzel bir maaşınız vardı, evlendiniz, çocuğunuz oldu ama aklınız hala darbuka çalmakta kaldı ve şu an bu herkese ve size bile o kadar anlamsız o kadar tuhaf geliyordu ki, kendi gerçekliğinizle de bağınız koptu ve bunu isteyen yanınızdan nefret etmeye başlayarak, onu söküp atmak istediniz. Bir türlü susmadığı için de örneğin içmeye başladınız. Sonunda gittiğiniz yer, “ben kendime ihanet ettim” sonucuna varmanız için beş yıl boyunca size içkiyi bıraktırmaya uğraşacak terapi. 

Ya da yazardınız ama makul olan şey ailenizi geçindirmek için matematik öğretmeni olmak zorundaydınız. Size sunulan imkanlara “kapılarda binlerce sıra bekleyen varken” şükretmeniz gerektiği, yapacağınız her keyifli şeyi bu çerçevede de yapabileceğiniz söylendi ve yaptınız da ama bedeniniz, içinizdeki sesi duymaya ve ihanete uğramış hissetmeye dayanamadı. Kendi bomboş kabınızdan, başkalarına akıttınız ve 45 yaşında kanser olup öldünüz. Daha da fenası, çoktan ölmüştünüz ama kimse anlamamıştı bile. 

Kendi olmak kolay bir yol demiyorum. Bu dünyada en zor şeylerden biri. Birileri kendileri olmaya kalktığında, diğerleri çok daha azıyla yetinmeyi öğrendikleri ama hala tam olarak alışamadıkları için, sizin çabanız onlara ve değerlerine hakaret etmişsiniz etkisi uyandırıyor ve sizden nefret edebiliyorlar. Mutsuz evliliğine çeşitli sebeplerden rıza göstermiş ama kararını da bir türlü içine sindirememiş kadınların, boşanmaya ne olursa olsun karar vermiş kadınlara duyduğu düşmanlığa ve korkuya bir bakın. Ya da bir işten ayrılan arkadaşa, geride kalanların bakışına: “Biz de çok mutlu değiliz ama biz bu kadar abartmıyoruz, bunun başka sorunları vardı.” 

Bu yazı vesilesiyle tüm tuhaf, akıllı ve farklı insanları tebrik ediyorum. Siz, sorumluluktan, kendini adamaktan ve büyümekten kaçıyor değildiniz. Çünkü biliyoruz ki siz kendi seçtiğiniz ve sevdiğiniz hiçbir şeye kendinizi delice adamaktan, onun sorumluluğunu almaktan kaçmıyordunuz. Size tam tersiymişsiniz gibi hissettirmelerine rağmen asıl cesur olan sizdiniz. Tek başınıza direndiniz. Takım ruhu olmadan, kutlanmadan, sırtınız sıvazlanmadan. Değerinizi bildiniz veya bilmediniz, sağlıklı sağlıksız yollar denediniz ama bu hayatta kalabildiniz. 

Tek istediğiniz bir izindi. Kendi olma izni. İzni size asla vermezlerdi, onu kendinize sizin vermeniz gerekiyordu. Şimdi kendiniz olarak önünüzde yine zorluklarla dolu ama en azından sıkıntıdan, anlamsızlıktan, sadece görüntüyü kurtarmaktan ibaret olmayan bir hayat var.  Sizi dışlamadılar, siz onları çabuk ilerlediğiniz için arkanızda bırakıyordunuz. Sizi anlamadılar değil, siz kendinizi anlayamamıştınız, şimdi anlıyorsunuz. Başka türlü olamaz mıydı, diye aramayı bıraktınız çünkü bedeninizde ruhunuzda her şey her işaret ediyordu; ancak kendin olarak yaşarsan gerçekten yaşarsın. Onlar oralarda ölmezler, onlara hiçbir şey olmaz. Oysa siz ölürdünüz ve bir parçanızı öldürmeye de hep beraber çabaladınız. Fakat o çok inatçı bir şey, yıllarca ölmez. 

Yaşadınız çünkü olduğunuz yerden büyüktünüz, bunu kendinize söylemeye utandınız ama kabul edin. Daha başka bir gerçeğin peşindeydiniz, para algınız, başarı algınız, ilerleme algınız hepsinin ötesindeydi ve daha sınırsız bakıyordunuz. Sanki dünyadan çıkıp ta yukarılardan, zamansızlıktan, sonsuzluktan, mekansızlıktan bakabiliyordunuz. Bunu komik bulurlardı ama kusura bakmasınlar, siz özeldiniz. Seçilmiş değil, özel, farklı. Başka bir misyon taşıyordunuz ve ne olduğunu eminim biliyorsunuz. Siz içinizde bir yerde, Allah’ın arzının, rızkının ve olasılıklarının sonsuz olduğunu seziyordunuz ama sizi her konuda tek bir seçeneğe, bir lidere, bir guruya, bir topluluğa, bir tekniğe, bir doğruya inandırmak istediler. O kadar çok kişi o kadar uzun süre yüksek sesle emin bir şekilde söyledi ki Allah’ın dünyadaki sesinin onlar olduğuna kanaat getirdiniz. 

Haklı olabilirler mi? diye kendinize sora sora o şekillere girmeye çalıştığınız yılların sonunda şunu anlayacaksınız. Sizde bir bozukluk yoktu. Değerini bilmek ve kendini sevmek diye dilimize doladığımız şeyin özeti bu. Kendi tercihleri konusunda haklılardı, sizin hayatınızla ilgili olarak değil. Adanmadınız çünkü adanmaya değecek bir yan, bir yer bulamadınız. Veya bir süre adandınız ama insan büyüyor, değişiyor, genişliyor, evren gibi. Adandığınız şey artık sizin içinizdeki görevini tamamladı ve şimdiki büyüklüğünüze göre bir varoluş şekli aradınız. Siz normaldiniz. Dünyada da, bende ne bozukluk var diye değil, bende ne harikalıklar var diye dolaşmak gerekiyor. Peki ben ne konuda haklıyım, benim neyim doğru? Diye ısrarla sorup cevapların size akmasına izin vermek. Duygularınızı bypass etmeden, oraya buraya bakıp ilham almaya çalışmadan, sadece ham, çirkin, tekinsiz tüm duyguları oturup cesurca yaşadığınızda durduğunuz yerde daha kaç saat durabilirsiniz ki, işte risk almak asıl budur. Milyonlarca insanın cesaret edemediği şey budur. İki tür cesaret. 1. Burada olup mutluluğumu bundan kuracağım ve buna adanacağım. 2. Burada olmuyor ama başka yerde başkalarıyla oluyor, o halde kendi özüme en sadık olanı seçeceğim. Göreceksiniz, siz aslında sizi anlamayan, kendilerini de anlamayan ama ıstırap içindeki pek çok insana yol gösterecek ve dolaylı olarak yardım edeceksiniz. 

Devletteki işinizden ayrılırken cesaretinizi en çok kırmaya çalışan, yapamazsın diyen arkadaşlarınızın, sizin adımlarınızı takip ederek başka kariyer olanaklarına yöneldiklerini, yarıda bıraktıkları eğitimlerine ve girişimlerine devam etmeye başladıklarını ve başarılı da olduklarını göreceksiniz. “Antin kuntin” işlerle uğraştığınızı söyleyip sevdiğiniz şeyleri küçümseyen insanların sizden çok daha fazla antin kuntin işlerle uğraşmaya başladıklarını göreceksiniz. Boşandınız diyelim. Siz boşandıktan sonra storylerinde eşleriyle fotoğraf paylaşımını artıran arkadaşlarınızın boşanmamak için kendilerini zor tuttuklarını ve tutulur yanı kalmamış evliliklerini kurtarma yolunu sizinle irtibatı (çünkü boşanmak bulaşıcıdır:) kesmekte bulduklarını göreceksiniz. Ama yılmayın. İçini dinlemek, kendine hafif, huzurlu, iyi geleni seçmek, bence cesaretlerin ve erdemlerin en büyüğü ve dünyaya yapacağı etki bakımından da en faydalı olanıdır. Sonra herkes gibi olduğunuz yanlarınızın da olduğunu fark edeceksiniz ve asıl o zaman, kendinizi bir kere seçip o anormal denen yanınıza sahip çıkabildikten sonra diğer insanlarla ortak insanlığınızdan da zevk almayı öğreneceksiniz.

Olduğunuz Yerden Büyük Olmak-1


Kabullenmeniz istenen şeyler vardır. “e evlilik hayatı böyle bir şey zaten, erkekler/kadınlar böyledir.” “Çalışma hayatı böyle, kimse kolay kazanmıyor.”

Bir işiniz vardır. Ama iş o kadar rutine binmiş, her sonuç o kadar öngörülebilirdir ki, sıkıntıdan patlayacağınızı sanırsınız. Müşteri ve patron tipleri, çalışma arkadaşları, hepsinin bir sonraki cümlesi veya krizin ne zaman kopacağı, hepsini bilirsiniz. Yazışmaların, prosedürlerin, toplantıların nasıl işleyeceğini ezberlemişsinizdir, sanki oradaki her anınız sonsuz bir deja vu. Üstelik bunca öngörülebilir ve sıradan işlerin sizin için bir zorluğu (her şey fazla kolaydır) veya cazibesi olmamasına rağmen, bu işlerde bir de parlamanız ve kendinizi göstermeniz gerektiğini (sınıfta çocuklarla yaptığınız tüm satılabilir etkinliklerin fotoğrafını çekip veliler için yayınlanmak üzere saklamalısınız) söylediklerinde sıkıntınız  dayanılmaz olur. Molalarda, yolda, yemekte konuştuğunuz herkes görünürde sizinle aynı şeylerden şikayetçidir fakat kabul etmeleri daha kolaydır, hatta sizi biraz “tuzu kuru” olduğunuz (buna nasıl karar verdiklerini bilemezsiniz, bu kadar şikayet ve şımarıklık edecek kadar cesursanız muhtemelen arkanız sağlam olmalıdır) için kusurları daha fazla görüyor olmakla suçlayabilirler. Kabullenmeniz beklenir, çalışma hayatı böyle bir şeydir. Dünyaya yeni ayak basmış gibi, olağan her şeyi yadırgayıp şaşırmanız sizin saflığınız veya lüzumsuz idealizminizle dikkat çekme çabanızdır.

Topluluklara girip çıkarsınız. Paylaşım çemberlerinde bir anda herkesin güler yüzlü, tam da şimdi şu an anlamış, kararlar vermiş, paylaşımcı ve pozitif olmaya başlamasını aklınız almaz. Bir anda çok çeşitli konularda birden farkındalık kazanmışlar, yavaşlamaya karar vermişler, akışa teslim olmuşlardır. Bu geçişin hızı ve bu farkındalık taklidi, şimdinin deyimiyle tam bir “red flag”dir. Hiçbir uygulamaya direnmezler, hemen uyum sağlarlar, bunu niye yapıyoruz demezler çünkü orada akışa gelmişlerdir. Siz de paylaşımınızı belki salya sümük ağlayarak yaparsınız ama paylaşım ve uyanışın ölçüsünü de kaçırıp herkesi tedirgin etmişsinizdir. Hani bariyerleri indirecektik, içten olacaktık? O öyle değil, ortalamanın içten olduğu kadar içten, ortalama kadar akışta olmalıydınız. Herkes dans ediyorken dans edilir, herkes ağlarken ağlanır, herkes somatik deneyimlerken somatik deneyimlenir.

Dini topluluklara girersiniz. Hamur gibi yoğrulmaya hazır olmadığınız için casus veya kibirli ve nefsinin esiri olmuş birisinizdir. Fazla dünyevisinizdir. Fazla dünyevi topluluklarda da fazla uhrevi olduğunuz gibi. Çekim yasacılarının yanında evren yerine Allah dediğiniz için uymazsınız, Allah denen yerlerde meditasyon yapıyorum deyince “namaz en güzel meditasyon” olduğu için olmazsınız. Her ortam sizi artık lütfen tek bir şey seçip ona tutunmaya ve adanmaya davet eder. Belli terimleri, cümle kalıplarını kullanmak size tuhaf geldiği için zaten hemen ayrışırsınız. Tek bir din, tek bir bayrak, tek bir cinsiyet, sizi gördüklerinde üzerinizde ne olduğunuz yazan bir varoluşunuz olmalıdır. 

Elbette size çözüm önerileriyle gelenler olur. Kibrinizi yenmelisinizdir. Haklı olabilirler dersiniz. Yıllarını buna adamış hocamızdan daha ilim ve takva sahibi değilsiniz. Sessiz ve anlayışlı gülümseyişler, “daha hiçbir şey bilmiyorsun, pişeceksin”i, fazla tevazu ve edeplerinden söylemeyişler. Öbür toplulukta ise, her yerden dışlanma şemanız olduğu ve belki de atalarınızdan gelen bir şemayı sürdürdüğünüzü ve bunu halletmeniz gerektiğini duyabilirsiniz. Her ortamda “gerçek potansiyelini ortaya koymuyorsun, biraz daha çabalaman lazım” mesajının sonucu olarak kendinizi, dışarıda kalma veya başka bir şey olma seçeneğiniz olmadığına ikna edersiniz. 

Bunların hepsi, o bu değil, şu şemadan: kendini tanımamak, kendini reddetmek, ne hissettiğini, ne istediğini bulacak cesareti göstermemek. Bunda da suçlu siz değildiniz. Evde öğrenilen şeyleri öğrenmemiştiniz. Şimdi öğrenmek de mümkün. 

Bir depresyon kolay büyümüyor. Çocukluğunda bir kere “bende yanlış bir şey olmalı” diye düşünmeye alışmış olan biri, her bağ kurma çabasında ya reddedilişin izlerini arar ya da bağ kurmaktan tamamen vazgeçer, ya da kendisini terk eder. Bu insanlar, yıllar süren depresyondan kolayca çıkabilirler. Ama girdikleri her ortamda aynı hastalık var. Sığlık, sıradanlık, ezberle yaşamak, “sen de fazla düşünüyorsun” hastalığı. “aslında çıkıp biraz yürüsen geçer” hastalığı. “her şey kafada bitiyor” hastalığı. Şimdi daha yenileri de var. Spiritüel dünyanın akışa teslimiyet ve pozitifte kalma çabası, yeterince para manifest edemediyseniz, veya kiloluysanız, spiritüelliğinizde de bir sorun olduğu ve kişinin yine ya rol yapmaya, kendini saklamaya ya da yine “bende bir bozukluk var” diyerek kendine yüklenmeye başvurması.

Bazı çocuklar, üstün zekalıdır, özel yeteneklidir ve fazla hassastır. Aslında dünyaya birer hediyeyle gelmişlerdir ama başta aileleri olmak üzere, onlardan herkes korkar. Çünkü bunlar, zaten yeterince derdimizin olduğu hayatta tam bir baş belasıdırlar, tuvalete gidip fermuarlarını açamadıklarında bile delice ağlar, yalnızca tek bir kalemle yazabilir, onu kaybederlerse sinir krizi geçirir ve sırada oturmayı reddederler. Derste su şişesiyle, oyun hamuruyla oynar, ancak bu şekilde kendilerini sakinleştirebilirler ve ergenliğe girdiklerinde onları kaybetmiş olursunuz. Arka sırada uyuyan çocuk, İngilizceyi süper konuşabildiği halde asla konuşmayan çocuk, sadece resim çizen, asla not almayan ve kitap defter taşımayan çocuk. Bunlar zincir kıran çocuklar olacaklardır ve pek çok kişi bilmez, bir süre sonra, elbette "sorun çıkarmaktan" vazgeçtilerse, onlardan vazgeçilir ve görünmez olurlar. Onlara çeşitli tanılar konur ve ilaçlar verilir çünkü zincir kıranlar tekinsizdir. Bir kere hocalardan daha zekilerdir. Olaylardaki tutarsızlıkları, sistemlerdeki açıkları da görürler ve kimse kurulu düzeninin bozulmasını istemez. Okullarda her gün ruhu ölen çocukları yıllardır görüyorum. Bu çocuklar farklıdır sırada oturmak bile onlar için eziyettir ve ayakta durma izinleri yoktur, herkesle aynı sıralara oturmak zorunda kalırlar. Bağdaş kurduklarında saygısızlıkla veya dikkat dağıtmakla suçlanırlar. Hareket sınırlaması, yalnızca çocukları değil öğretmenleri de kapsar. Örneğin bir gün öğretmen masasına oturduğumu gören bir idareci, "Ben sizi anladım hocam, siz Ölü Ozanlar Derneği tarzı bir hocasınız ama masalara oturmuyoruz, siz masaya oturursanız onlar da sıraların üstüne otururlar." Ne kadar tehlikeli bir hareket başlatmak üzereymişim görebiliyor musunuz?

Eğitimde eşitlik başka bir şey olmalıdır ama biz gidip bu olağanüstü çocukları herkesle aynı şeyleri, bizim anlattığımız şekilde öğrenmeye zorlarız, herkesle aynı şeyi yaparsa törpülenecek ve topluma uyum sağlayacaktır. Bu çocuğa kendi biricik kendisi olma imkanı vermeyiz. Bu yüzden, sınıf düzenini bozduğu için haftada en az iki kere rehberlik servisi veya müdür yardımcısının odasında resim çizer. Resimlerinden anlamlar çıkarılır ama çıkan anlam sadece ailenin ve çocuğun düzeltilmesiyle ilgili olur. Sistemi bir çocuk için değiştirecek değilizdir. Oysa sınıf düzeni dediğimiz şey, ilk etapta, sınıftaki herhangi bir çocuğun özelliklerine göre tasarlanmamıştır. Kimin çıkardığını bilmediğimiz bir tasarım ve malzemeyle hayatımıza girmiş ve bir daha da sorgulanmamıştır. Farklılaştırılmış öğretme denilen şey de hala pek çok özel okulun kayıt satmak için ağzına doladığı bir yalandır o kadar. Şu an iyi bir okulun bile yapabildiği en farklılaştırılmış öğretim, öğrencilerini kur sınıflarına ayırmaktan ibarettir ki bunu da sadece yazılı sınav sonuçlarına göre yapar. Disleksisi olan çocuklara da aynı sınavın daha basiti, daha büyük puntoyla yazılmış ve sade görünümlü olanı uygulanır. Bunun dışında, ne kadar özel ve önemli oluşlarıyla ilgili bir şey işitmeden arada kaynayıp giderler. Hatta “normal” çocuklu veliler, bu özel öğrencilerin okula neden kabul edildiğini sorgular, sorularıyla sınıfın hızını düşürdüklerinden şikayet ederler.

Bazı çocuklar özel ve incelenmesi gereken ailelerden gelir, doğru. Fakat bir tedavi söz konusuysa aileden başlayarak okulun da tedavi edilmesi gerekiyor. Çünkü günümüzde ruh sağlığının veya günlük hayata uyumun zorlaşmasının en büyük sorumlusu aile ve diğer kurumlar. Terapi, sizi anlamaya çalışmak için işin yavaşlatılmasına tahammülü olmayan, acelesi olduğu için üstünüze basıp geçecek bozuk bir sisteme adapte etme çabasıdır. İşlevsellik kazanıldığı anda terapi büyük ölçüde görevini yapmış olur. Depresyon semptomlarının azaltılması denilen şey, bu günlük hayat dediğimiz şeye daha kabullenici, daha “başka bir yol” aramayan, daha “durun, iyileşip aranıza katılacağım” diyen bir versiyonunuzu yaratmaktır. Parlamanızı, ışımanızı, coşmanızı, özgürlüğünüzü değil, hayatta iyi kötü bir şekilde kalmanızı başarabilse yeterdir. Çünkü terapinin de işi, sisteme kafa tutmak veya sizi kendi hediyelerinizle güçlendirmekten çok, niye böyle olduğunuzun farkına varmanızı ve bu koşullarda ölmemek için asgari enerji ve çabayı toparlayabilmenizi sağlamaya yardım etmektir. Bu anlamda da takdiri hak eder. Hayatta kalmak en önemli şeyimizdir zaten. Başlayacağımız yer burası olacaktır.

Yazının devamı için tıklayın

Beni Yerimden Ne Oynatır?

 

İnsan, sandığı kadar sınırlı bir varlık değil ve bu sınırları kaldıran birkaç şey var bu hayatta. Bir, gerçek veya mecazi bir ölümle ve kayıpla yüz yüze gelmek. İki, bir çocuk doğurmak veya bir çocuğu saf, koşulsuz bir sevgiyle sevmek. Üç, aşık olmak.

Beni açan şeylerden biri işte. İkincisi. Bu sevgiyi yeni tatmadım ama insan çocuğunun her yaşında, hayatın her yeni dönemecinde, kendisinde soyabildiği her katmanda, onu yeniden sevmeyi öğreniyor ve bazen çocuğumuzu, annemizin bizi sevdiği veya sevmediği gibi, diğer kadınların sevdiklerini söyledikleri gibi, toplumsal roller ve kutsamalardan iyice yıkanıp durulanarak sadece kendimiz olarak sevebilmek için yıllar geçiyor. Aşk değil, ölüm değil fakat bu sevgide sanki aşk da ölüm de var. Benliği öldürmek, kendim saydığın her şeyin önemsizliğini fark ettiren, kalbi ve beyni çıtırdatan kocaman bir kırılış bir sevgi. Ve bu kırılışı bedeni sarsan gerçek bir şimşek çakması, bir ağlayış, bir görüntüyle de yaşamanız mümkün. Aşk var, çünkü seni bir kutuya koyup etiket yapıştırmadan, bedenindeki çatlağa ruhundaki kırığa, hatta onda sebep olduğun, olabileceğin tahribata bile bakmadan sana akıttığı sevginin ve senden ona akanların seni ve onu ne kadar canlandırabildiğini, yaşama katabildiğini görmek, senin sevginle çiçek üstüne çiçek açabildiğini fark etmek, artık bedeni ve ruhu iyice genişletmesi aşka benziyor. Gerçi bütün sevgiler bir kaynaktan geldiği için içlerinde bir diğerine dair nüveler taşıyor. İnsan hayatında, sevmeyi bilen ve bilmeyen bir anne kadar iz bırakan çok az şey var sanırım ondan sonraki ilk sırada bir çocuğun sana olan sevgisi yer alıyor.

Çocukların ebeveynlerini oldukları halleriyle kabul edişleri, ebeveyn için çok büyük bir özgürlük ve gelişme alanı. İşte bir evlat insana böylece, sırf seni olduğun gibi kabul ettiği için, artık bir adım daha, artık bin adım daha atacak gücü verebilir ve bu da sadece yine varlığıyla ve sözsüz yarattığı bir alandır. Madem ki olduğum gibi sevdin beni, o halde ben ne kadar daha kendim olabilirim, daha ne dünyalar yaratabilirim bize? demeye böyle başlarsın. Herkes, evet kocaman anneler bile, çocuklarından güç ve cesaret almaya ihtiyaç duyar. Benim annemin, beni ancak 40 yaşımda, benim ona verdiğim cesaretle, tam da ihtiyaç duyduğum şekilde sevmeye açılması için kabuklarını kırması da, benim onun kapısına tüm gururumu aşarak gidişim ve bu ihtiyacı dile getirişimle olmuştu. “Şimdi beni sorgulama, beni başka türlü olmaya ikna etmeye de çalışma. Benim sadece sana ihtiyacım var.” 

Aştığım tüm duvarlara bakıyorum. Ben onları her canlı gibi bazen korkularımla, öfkemle, acımla ve can havliyle ama en çok ve kalıcı şekilde, aşk ve sevgiden gelen ateşlenmeyle aşıyorum. Başka hiçbir şey beni yerimden, kendimden oynatmıyor. Kendimden, yerimden, kurulu düzenimden taşıran en büyük şey işte bunlar oldu. Sevgi ve aşkla alınan yolda kaybolmuş görünen hiçbir şey gerçek anlamda yitip gitmiyor. Tekamül yolunu ve kalbin daha da çok sevme, daha da çok "olma" arzusunu genişletiyor.

Kolaylık, Neşe, İhtişam*

 Yeni eve yeni anahtarlık. Görünce, bana da bundan yapalım dedin. Anahtarlıkta iki dizi charm var. Yeşil mavi boncukların arasında, bir çift kanat, bir minyatür anahtar, bir queen Elizabeth parası, dört yapraklı bir yonca, Eyfel kulesi, life yazan bir pul, xoxo yazan boncuklar ve birinin ucunda bir parça dantel, diğerinin ucunda fuşya rengi bir ponpon. Bunları seçtim çünkü bizi hatırlatıyorlar.

Doğduğun gün sana giydirilen çilekli zıbından buraya gelişimiz nasıl bir yol. Hayatın tümü bize kolaylık neşe ve ihtişamla gelmedi. (Bazı şeyler iyi kombinlenmedi diyelim. Tarzımıza da uyduramadık. Allah affetsin** :)))

Her gidişinden geriye kalan, mavi cam bardağın içinde ucu yenmiş yıldızlı kağıt pipet.

Haftaya kadar çizmen gereken ödevler. Eller, ayaklar, ayakkabılar. İnsanın gerçek dünyaya en çok dokunan yerleri. Büyürken hayat da böyle ete kemiğe bürünüyor. Marketten su alıp dönerken içinden geçtiğimiz parkta oturup dondurma yedik, sonra ortadaki direksiyonu çevirdikçe kendi ekseninde dönen o mavi oyuncakta hiç beklemezken eğlendik. Sonra tahterevalliye bindik. Kendi çocukluğumu, senin çocukluğunu, senin çocukluğunda kaçırdığım bir şenliği, senin çocukluğunda benimle kaçırdığın şenliği hepsini o oyuncağa koyduk ve delice çevirdik sanki bir Ağustos akşamı ansızın sen 14, ben 41'ken. Seninle başbaşa nelerin mümkün olduğunu gördükçe kendimi bunca tanıyamayışıma, azımsayışıma güleyim mi ağlayayım mı bilemiyorum (total waste of potential). 

Bir kadın kendi başına, kendi olduğu bir yola çıkmadan ne anne ne sevgili ne aşçı ne başka bir varlık olabiliyor. Jülyen tavuğa ceviz, kuşüzümü ve çamfıstığı atmak, soya sosunda pişirmek de nedir yani? Üff. Kombini öğreniyoruz yavaş yavaş beybi tavşanım. İhtişamdan anladığım bu. Kolaylık ve neşeden de.

*Access Consciousness cümlelerinden biri. "Hayatın tümü bana kolaylık, neşe ve ihtişamla gelir." (All of life comes to me with ease, joy and glory). Benim yorumum: Ya olan her şey hayrımıza oluyorsa?  Gerçek görünüşü, bizde harekete geçirdiği gizil güçlerimiz veya sonucu itibariyle?

Issız Adamın Derdi Ne?


Alper’in restoran işletmesi, güzel yemekler yapması, müzikten haz alması ve sekste bdsm eğilimleri tesadüf değil. Hayatı, kısa ama çok yoğun deneyimler üzerinden tatmayı seçiyor. Hayata dokunma şekli, zirveye ulaşan aşırı zevkler çünkü hayatın geri kalanındaki deneyimleri o kadar canlı ve keyfine vararak yaşamıyor.

Ada’nın ona bir bakıma daha “normal” sevişmeyi öğretmesi aslında bir dönüm noktası olabilir fakat hikayenin geri kalanında Ada’nın bu zirve deneyimden sonra Alper’in hayatına daha da fazla dahil olmaya başladığını görüyoruz ve Alper deneyimi zamana yayarak öğrenme ve gelişme fırsatını kaçırıyor. Çünkü deneyimlerinden öğrenip değişebilmesi için zamana ve alana ihtiyacı var ama hayır, Ada’yı bir anda Alper’in evinde, sabah sabah “hadi kalk, anneni almaya gidicez, hadi ortalığı toplayalım” derken buluyoruz. Bu bir tür alan ihlali algısını ve duyduğu rahatsızlığın ilk örneğini Alper'in evindeki ilk yemeklerinde Ada'nın masaya oturduğu an attığı o garipseyen bakıştan anlıyoruz.

Alper, Ada’yı annesiyle tanıştırmak, hatta onu almaya Ada’yla gitmek konusunda tam bir people pleaser gibi davranıyor. Sebepler şunlar olabilir. Ada bunları dile dökmese de her halinden anlaşılan bir “senin hayatında her an olmak istiyorum” ihtiyacında ve Alper kendi ihtiyacını yok sayarak onun bu ihtiyacını karşılamak istiyor. Veya Alper, annesiyle beraber gelecek olan tetiklenme ve duygularla başa çıkamayacağını düşündüğü için sorumluluğu Ada’nın varlığıyla dağıtmak ve hafifletmek istiyor.

Her iki durumda da kendi sorumluluğunu almayan biri var. Ada’yı memnun ederek o sırada kendi en acil ihtiyacı olan yalnız kalma, sakinleşme ihtiyacını erteliyor. İlişkilerde bunu yapmamız doğal gelir ve yapılır da ama bazen çok kritik zamanlar vardır, bizi fazla uyardığını, fazla yoracağını sezdiğimiz ama yine de “olsun ya, bir şey olmaz, incilerim dökülmez ya” diyerek kendimizi acilen değişmeye ikna ettiğimiz zamanlar, asıl dananın kuyruğunu koparan zamanlardır.

Issız adam bir anlamda kötü, duygusuz, duyarsız, sorumsuz diye etiketlenen adamın highly sensitive person tanımına girebileceğini düşünüyorum. Evet hsp deyip merhamet duyarak bazı davranışlarını sineye çekmeyi önermiyorum ama bu adam için değişiklikler, kalabalık, gürültü, çok fazla olay ve konuyu aynı anda deneyimleme, büyük bir kontrol kaybı, önce panik, sonra başa çıkamama ve çökkünlük yaratıyor. (Bkz. annesini kendi restoranına götürdüğünde verdiği aşırı tepkiler)

Yani Alper ilişkiyi tam de beklediğim noktada koparıyor. Annesinin gittiği, çok yorgun hissettiği, ama Ada’nın eve gelip ağzına sarmaları tıkıştırdığı ve bir yandan da durmaksızın konuştuğu o anda, aslında Alper şöyle demek istiyor. “Ada ben çok yorgunum, sen evine gitsen veya biraz sussan olur mu?” Ama Ada’nın buna çok kırılıp triplere gireceğini ve bir de “yok canım seni seviyorum ama şu an gerçekten her şey çok fazla geliyor” diye bu olayla uğraşamayacak kadar güçsüz hissettiği için dan diye “Ada ben ayrılmak istiyorum” diyor. Çünkü ayrılmak tüm bu dertlerin ve yorgunluğun sonu demek, o sırada en ferahlatan ve hafifleten seçenek bu. Çünkü sinir sistemi allak bullak olmuş ve kendini korumak istiyor. Öbür türlü, Ada’nın beklediği, ihtiyaç duyduğu gibi davranmazsa her seferinde onu, sevgisine, iyiliğine, harikalığına ikna etmesi gerekecek.

Alper için Ada, hayatın dokunamadığı canlı, cıvıl cıvıl parçası. İki tarafın da ilişki kurmaya ihtiyacı var ama gerçek bir ilişki kurabilmeleri, Alper’in kendi içindeki cıvıl cıvıl yanını canlandırması ve o yanıyla temas etmesi, Ada’nın da kendi içindeki mesafeli, sakin tarafını görüp sahip çıkmasıyla daha mümkün.

Ada’da, “Alper’le birlikte uyumazsam beni unutur, annesiyle düğüne gitmezsem olmaz, Alper’in sorumluluklarını üstlenmezsem beni sevmez” telaşıyla bir koşturmaca, durursak düşeriz çırpınışı görüyoruz. Alper’in alnına, saçlarına bakarak söylediği sözler aslında kendi hayatını yansıtıyor olabilir: “Mavi bir telaş”

 Alper’de de, o istediği mesafeyi koymak için artık çok geç olduğunu düşünmenin yorgunluğu, çaresizliği. “Mesafe koyarsam, hakkımda yanlış düşünür, beni de diğerleri gibi sanır.” Çünkü Ada daha ilişki başlamadan, erkekleri bir kutuya koyduğunu belirtiyor, “biriniz de farklı bir şey söyleyin, hepiniz aynısınız.” Bu cümle Alper’in sıradışı olma, farklı olma ihtiyacıyla dünyada tuttuğu alanı sarsıyor ve bir çabaya giriyor. “Hayır ben diğerleri gibi değilim.” Ve diğerleri gibi olmadığını kanıtlama çabası onu hiç istemeyeceği bir yere getiriyor. Annesiyle sevgilisini tanıştırma, sevgilisiyle birlikte bir hayat kurma ve bir anda elinden kaçan kontrol ve alan.

Ayrılıktan sonra söylediği cümlede Ada’nın gerçek motivasyonunu ve Alper’le konuşmadığı şeyi duyuyoruz. “Neden hiç şaşırmadım acaba?” Ada terk edilmeyi bekliyor, terk edileceğini biliyor, terk edilmeyi umuyor çünkü yaptıklarının gizli gündemini kendisi de biliyor. “Seni ürkütmek istemedim ama” cümlesinde anlıyoruz, kendisi de aslında yaptıklarının “ürkütücü” şeyler olduğunu, aslında Alper’le sürekli birlikte olmak istediğini ama kendisini frenlemek zorunda kaldığını ve bunların dürtüsel olduğunu biliyor ya da seziyor diyelim. Ama inancı bu şekilde oturmuş olmadığı için Ada’nın her davranışından bu ihtiyaç hali “sızıyor.” Alper bunu Ada’nın sözsüz ama hissedilen varlığından anlıyor. Alper kendini sıyırmaya çalışıyor gibi görünmüyor ama herkesi memnun etmenin makul bir yolunu arıyor ve o da aslında “bu sefer” oldurtmak istiyor, kendine rağmen. O da Ada gibi memnun etmek ve gerçek kendini biraz dizginlemek, eğitmek, geliştirmek istiyor. İlişkinin başında Ada, “ben aslında bir peri masalı yaşamak, seninle hemen evlenmek ve çocuklar yapmak istiyorum” dediğinde Alper ne kadar ürküp kaçacaksa, Alper de “ben senden çok hoşlandım ama yavaş gitmek istiyorum, biraz ayrı ayrı da vakit geçirsek olur mu?” dediğinde Ada “sen de bütün erkekler gibisin, yok kalsın o zaman” diyerek gidecek. Oysa ikisi de “başka türlü olabilir miyim, bir iki adım daha diğerine yaklaşabilir miyim, biraz da onun ihtiyaçlarını gözetebilir miyim?” diyor da olabilir veya tamamen “dur bakalım, kendimi biraz saklayayım, ne yapacak, bu iş nereye gidecek, belki de farklı olur” diyor ve farkında olmadan bir pusu kurup aslında yine kendi kehanetlerinin (“yine olmayacak”) gerçekleşmesi için bir süre beklemeyi seçmiş olabilir.

Issız adam diyerek veya ghosting yapmakla suçladığımız adamların dünyasında bunlar oluyor ve bazen oturup konuşması o kadar karmaşık, o kadar yorucu, karşılığında duyulacak suçlama ve yargıların ağırlığı o kadar incitici hatta haklı olabilecek ki, bir insan bazen sadece kafasında gelişen sohbetten yorgun düşüp sanki her şeyi konuşmuş ve konuyu kapatmış gibi yapmakta bir sakınca görmüyor. Olgun bir davranış mı, elbette değil, bir yetişkine yakışan bu mu, elbette hayır ama içinde birbiriyle çelişen bunca çözülmemiş konu, verilen gerçek bir duygusal ve zihinsel çaba varken “o zaman neden peşimden koşup durdun?” sorusuna indirgeyeceğini bildiği zaman ıssız adam ne yapsın?

Dünyası, sandığımızdan daha derin ve karmaşık olabilir. Verilen acıyı hafifletmese de, kendi çektiği gerçek bir sancı da var.

Bunun yanında, bu iki kişinin de unutulmaz olmalarının gerçek sebepleri var. Alper, Ada gibi koşturup duran ve “olduran” biri için çok derin, büyüleyici, hayatta kimseyle yaşamadığı yoğunlukta deneyimler yaşatma gücüne sahip. Onu gerçekten gören, anlayan, ihtiyaçlarını daha o bilmeden sezip karşılayan, duymaya aç olduğu şeyleri söyleyen biri. Ama sonrasında Ada’nın bunları hep ve daha fazla duyma ihtiyacı ve Alper’in bunları gitgide birer görev olarak algıladıktan sonra sönen ilgisi Alper’i bunalımlı, sıkıcı, sorumsuz veya işkolik ve ilgisiz bir kocaya çevirebilir.

Ada, Alper gibi birinin gördüğü en yaşayan, en canlı, en “normal” insan olabilir. Çünkü Alper hep bu kadar candan, samimi, günlük hayatın içinde, gürül gürül yaşayan biri olmak istemiş ve bunu “normal” bilmiş olabilir. Kendi içedönük, sessiz, kimseye gerçekten temas edemediği dünyasında Ada yepyeni, ışıltılı bir alandır ve Alper kendisinde olmasını istediği bu ışıltıyı, Ada’yı hayatına alarak edinmeye çalışır. Sonunda kendi içinde canlandıramadığı, dolayısıyla kontrolünü de sağlayamadığı bu doğal ve akışkan güç, Alper’i deli edecek ve Alper kaçmak isteyecektir. Birlikte yaşadıkları bir hayatta, o da Ada’nın sürekli yapılacak işleri hatırlatan bir alarm, Alper’i oraya buraya çekiştiren, eleştiren, kendi başına kalamayan, sürekli birileriyle bir yerlerde meşgul, çok konuşan, biri olduğunu düşünmeye başlayabilir.  

(Eril dişil enerji, derin kazılar konusunu Ada ve Alper için ayrı ayrı çalışmaları başka bir yazıda yazacağım.)

Sing for the laughter, sing for the tear

 


Bu söğüt ağacını tanıyorum. Fethiye’de de vardı.  O zamanki bir dere kenarındaydı. Bu ağaç Eryaman’da bir yol kenarında. Asfaltta oturuyorum. Ağacın dalları beni örtüyor.

Ağacın gövdesinden ayrılan ilk yetişkin dal muhtemelen bir rüzgarda çatırdayıp boyuna ayrılmış. Orada, ağaçta kalan kocaman parçası çıplak; yağmura, kara, rüzgara maruz kalacak. İnsan bakınca, o boşluğa, çıplaklığa üzülüyor. O giden dal, gövdenin canını yakmış mıdır? Kendine bir kabuk, bir koruyucu tabaka örebilir mi? Şeklinin bozulduğunu kafasına takmış mıdır? Durumunu kabul etmesi kaç gününü, kaç yılını almıştır?

Ağaçlar da bir çatırdamayı önce tüm bedenlerinde hissediyorlar mıdır? Şimdi geri kalan bu gövdeye ne olacak, o koca dal ortasından yarılıp düşebildiyse biz minnacık yapraklara neler olmaz? Geride kalan hayatı koruma derdine düştüklerinde, o parçalarını unutmaya başlıyorlar mıdır?

Ağaçlar da belki bir işaret bekleye bekleye, beklerken büyüyüp gittiklerini anlamıyorlardır. Ama bir gün rutinleri bozulunca, bir yabancıyla karşılaşınca, yan apartmanda ansızın çalmaya başlayan şarkı Sing for the laughter and sing for the tear dediğinde artık nihayet anlıyorlardır. Büyüyeceksin!

Dal koptuğu anda amaaan boşver, bizde daha ne dallar var diyecek kadar umursamaz olduklarını sanmıyorum ama bu güneşin altında nelerin mümkün olabileceğini fısıldayan hayat devam ederken, usulcacık akan zaman onlara şunu sezdiriyordur. O dal, her şeyiniz değildi. 

Eski Kitap, Yeni Kitap

Blogdaki yazılardan 2014 yılına kadar olanların toplandığı bir kitabım vardı biliyorsunuz. Bu kitabın yayıneviyle sözleşmesi çoktan bitti. B...