Dünyanın Sonundaki Ev



Dünyanın Sonundaki Ev, Michael Cunningham’ın bir kitabının adı. Dört ayrı anlatıcı, aile olmayı, bir hayat ve birer kimlik kurma hikâyelerini anlatıyor. Kahramanlar bunun için bir yuva arayışındalar; daha önce kimsenin kurmaya çalışmadığı tuhaf bir aile için bir ev. Bulduklarında evden eminler ama hissiyattan değiller. İyi bir ev, iyi bir eve denk gelmeyebilir.

Ev diye bildiğin yerden çıkmak. Huzurunu kaçıran komşular yüzünden, kendi yolculuğunun huzursuzluğu yüzünden. Güzel olanın uzak bir diyarda da olsa kendini tekrarlayacağı umuduyla gitmek. Uzak ama sıcak gelene doğru gitmek. Dört farklı açıdan görmeye çalışır gibi gerçeği, rengarenk, kırık aynalı, kumlu bir çiçekdürbününü elinde evirip çevirmek. Kendi dalga boyunu bulmaya çalışırken kaybolmak düze çıkmak kaybolmak; aynı arazide, haritalar yapacak kadar çok gezmiş olmak.

Arada bir, gençlik eşyalarını - el örgüsü bir hırkayı, bir dergide çıkan ilk şiiri, babanın verdiği bir kitap ayracını almak için kimse yokken geri dönmek. Büyüme battaniyesinin parçalarını evden sökerek kaçırmak ve diğerlerinin ucuna eklemek. Her yıl duvardan bir posteri daha indirmek, kıyıyı köşeyi tütsülemek, cebinde taşıdığı bir hayat dilimine arada bir tuz dökmek. 

Tao inancına göre yaşamın başında ruhla madde ölümcül bir savaşa tutuşurlar. Sonunda ruh, maddeyi alt eder. Ancak maddenin şeytanı olan Shuhyung ölürken duyduğu acıyla başını güneşin tonozlarından birine çarpar ve mavi kubbeyi sarsarak parçalar. Yıldızlar yuvalarını kaybeder, ay gecenin dipsiz uçurumunda yolunu bulamaz bir halde dolanır. Ruh, çaresizlik içinde Göklerin Tamircisi Nikua'yı arar. Nikua gökkuşağının beş rengini büyülü bir kazanın içinde birleştirir ve göğü yeniden inşa eder. Ancak gökkubbedeki iki ufak çatlağı doldurmayı unutmuştur. Böylece dualizm başlar. Uzayda dolanıp duran ve evreni tamamlamak üzere bir araya gelmedikçe asla huzur bulamayacak olan iki ruh. Artık herkes kendi umut ve barış göğünü inşa etmeye mecburdur.*

Bir mayalanma yeri olan evde insan kendisini kuruyor. Kendisini evinde kuramazsa, dünyanın tabağına ne olarak koyacağını bilemiyor. İnsan ikametsiz yaşayabilir ama evsiz yaşayamazmış. Belki o yüzden bavulunda köklerini, kitaplarını, kişilerini taşıyor. Belki o yüzden, boynuna astığı şey bir postacı çantası olduğunda bile içindekiler böyle ağır geliyor. Evi ararken kendisine bir köşecik, bir teneke kutucuk olsun yapıyor. İçine o günleri, portakal kabuklarını ve kağıtları koyuyor.


İnsan dünyanın sonundaki eve doğru yola çıktığında her şeyin aslına döneceğini, terk edilen yere daha çok güneş ve tipi görmüş kavruk bir yüzle döneceğini bilmeden gidiyor. Uzun yolun sonunda orası meğer burasıymış, tüm keşiflerin sonu, burayı ilk kez tanıyor gibi baştan tanımakmış** diyerek bir daireyi değil bir spirali döndüğünü anlıyor. Eski evden götürdüklerinin kimisini yolda bırakıyor, yolda bulduklarının kimisini çantasına atıyor. Göğün iki çatlağını bunlarla, umut ve barış olsun diye sıvıyor. Bazen olmuyor, bazen oluyor.


*Çay ve Zen, Okakura Kakuzo

**T.S. Eliot, Little Gidding (çevirisi)





Memento mori



Georgia (O’Keffee) çiçekler yapıyor, çocuk özlemini anlatan çiçekler bunlar. Bunları yaparken, yapay çiçekleri model almış. Yani kopyanın kopyası gibi ama mesele gerçekten çiçeklerin canlı mı yapay mı olması değil. Çiçekler  vajinaya o kadar benziyor ki çoğu insanın bir miktar utanıp kafasını çevirmesine sebep oluyor. Kafatasları çiziyor, bunlar da rahim ve yumurtalıklar gibi görünüyor. 
Georgia, hayatının son 40 yılını New Mexico’da Ghost Ranch’te bir atölyede yaşadı.
 Onu Zen Budizmiyle tanıştıran akıl hocası Arthur Dow'dan çok şey öğrendi. Evini öyle kurmuş, sanatına öyle yön vermiş, sonradan "benim ruhum daha sert ve koyu renkli" diyerek beğenmeyeceği pastel, yumuşacık ve dümdüz resimlere öyle başlamıştı. Gençken dalga konusu olan kıyafetleri şimdi Zen'le bu bir anlam bulmuştu. Rahibelerin elbiselerine benzeyen bembeyaz, simsiyah elbiseler giyiyordu. Ama hanım hanımcık görünmüyordu. Bir tavrı varmış gibi görünüyordu. Aklı karışık, duyguları gelgitli sanatçılar bir de takı taklavat ve renk düşünmeyeyim diye, tüm dertleri sanat olsun diye cisimlerinden uzakta yaşarlar sanki, bazen yemeyi içmeyi sevişmeyi unuturlar ya, evini ve kıyafetini sade, dümdüz, tek renk yaparak sanki içini düzenlemeyi umuyordu.

Georgia’nın hayatını okurken heyecanlanıyorum. Nasıl da küstah, hocalarına minnet duymuyor, önce taklit ettiği sanatçıları sonra ardında bırakmak isteyerek, saygı duyduğu insanların dedikodularını mektuplarında yaparak onları sanki önce kendi gözünden düşürüyor ki aşıp daha iyisini olabilsin. Ya fazla tepki görmüş ya da çok fazla beğenilmiş Dünyaya cevabını zekasıyla sivriltmiş, aslen üzüntü ve hayalkırıklığı olan şey git gide acılaşmış lakin sanatıyla sessiz ve onurluca herkese ağzının payını veriyor. Onu yönlendirmeye çalışanlara tepeden bakan mizahı, sessizliği veya hazırcevaplığı bir zaman bunu yaşamış herkese teselli gibi gelebilir. Biri eserlerinden birini satın almak isterse soruyor, neden? Cevap onu ikna etmezse kimseye bir şey satmıyor. 

Bir sanatçı için ne büyük lüks, iyi ediyor Georgia diye düşünürken hep bir şey oluyor, o kitabı okurken, buna benzer başka şeyler okur ve buna benzer başka düşünceler düşünürken, kapım çalıyor, ya da telefon, ya da haberlerde bir bomba, hayatın o tek bir anda değişebileceği gözümün önüne getiriveriyor, tüm bu küstahlığı insana hoş gösteren şeyin yani benliğin yani egonun yani nefsin ve birine, bir şeye kendini adamanın, bunca ehemmiyet yüklemenin yerle bir tuzla buz olduğunu görünce sanat da, emek de ne olursa olsun her şey bitti, ölüm var. Ne yazacağımı bilir oluyorum ama artık yazmak da o kadar önemli gelmiyor.

Michael Foley, artık kimsenin mea culpa demediğini, hepimizin kendimizi yalnızca iyi şeylere layık gördüğümüzü, hayat üzerinde büyük haklar iddia ettiğimizi anlatıyordu.* Suç bende. Benim günahım. Başıma ne geldiyse kendi arzularım, benliğim
yüzünden (de) geldi demediğimizi. Alain de Botton, ölümü çokça hatırlamanın, masamıza bir kum saati koymanın, dünyalık dertlerimize, nasıl göründüğümüzü ve neler başardığımızı düşünüp durmaya iyi geleceğini söylüyordu. 

Georgia O'Keffee, Bir Ressamın Portresi, Laurie Lisle

Saçmalıklar Çağı, Michael Foley
Statü Endişesi, Alain de Botton
Ivan İlyiç'in Ölümü, Tolstoy

Ecza



Eski endişelere yeni camekanlar bizim uzaklığımız. Neden gittin diye sormadan önce, nasıl da varlığımız birbirimize fark etmez oldu, nasıl da aynı sokakta yaşadık iki yabancı gibi, ocağımızda pişenler, içimizi döktüğümüz parklar ve ağaçlar nasıl değişti, hakkımızda söylediklerimize ve söylediklerine nasıl inandık, bunları düşünmeli. Uyuyup kaldık, mağaramızın önüne taş yuvarlandı, birimiz içeride kaldı. Yılanın girdiği deliği topuğuyla tıkamaya biri olmadı.

Sonra üzülmedim, sen gelmiştin. Bu bizim seninle başka bir sayfamızdı. Müzeler ve otuz liraya satılan sabunlar da değil, asıl, yağlı pehlivan kollarımızı hayata dolayabilmek, kayıp kayıp düşecek olsa da. Çok güldük yine. Telefonun ucunda kahkahanın tadı süzme yoğurt, koy bez torbaya süz. Ama yüz yüze gülmek başka. Çok güldün sonra baktın gözlerin doldu. Mutluluktan ağlayacağın bir an olsa o an bu olurmuş, böyle dedin. Nasıl da uzakta kalmış, uzakta olmamıştı bu kadar kendim, ben, masumiyet. Korktuğum kadar varmış hayat, yanımda "ben uyuyana kadar uyuma" diyeceğim bir dostum olmadan neler neler neler yaşayarak.

İşte böyle yerlerde biliyorsun midyeler satılıyor dev midyelere dalga sesleri üfleniyor şehrimize dönünce kulağımız denizde olsun, kulağımız olmuş bitmiş güzel şeylerde olsun diye. Aklımızda kahvenin arkasındaki basamaklarda oturan porselen fincanlı garsonlar, olayların perde arkaları, eczanenin floresanı, mavi beyaz bir mazgal gibi şeyler kalacak. Ege miydi, Akdeniz miydi bunlar önemli olmayacak. Akordeon çalacaklar, mavi dondurma karamelli olmayacak, big babollu olacak.

Eğlenmeden de üzülmeden de yaşamak, varoluşun en üst makamı değilmiş diyeceğiz. Varoluşun makamları yok değilmiş ama biz iç içe labirentinden geçtik; masum ve bilge, usanmış ve inanmaz omuzlarla merkeze, oradan da yeniden takdir ve teşekkürlü başlangıca dönüyoruz bak, diyeceğiz. Dönünce de belli ki, ilk baştaki halimize yakın bir şey bulacağız. Ama yol gitmeden olmayacak, anlamadan anlamak mümkün olmayacak. Bitmeyen şeyler de bitmeyecek işte. Olan biten, yılan gibi kendi zehrini alacak; daha sağlam olanı giyinmek için kendi derisini çıkarmış olacak.


Sonra yeniden güleceğiz.

Eski Kitap, Yeni Kitap

Blogdaki yazılardan 2014 yılına kadar olanların toplandığı bir kitabım vardı biliyorsunuz. Bu kitabın yayıneviyle sözleşmesi çoktan bitti. B...