Ultimate Frizbi


Pazar günü halı sahanın karşısındaki büfenin önünde, piknik masasında. Dolu dolu sonbahar güneşi, bana bakın, yalnız bana, az kaldı gideceğim dedi, gelip geçen herkes hava ne güzel diye tasdik etti takdir etti, beklenmedik şu güzel şeyi siz de görüyor musunuz? der gibi insanlar birbirlerinin yüzlerinde aynı sevinci aradılar.

Büfeden kahve aldık, önümde bir kitapta ihtiyarların gençlerin hevesini kırmamasıyla ilgili bir yazı vardı. Sonra, ağaçlar, insanlar, yan masaya birilerinin Fethiye'den getirip arkadaşlarını sevindirdiği meyve dolu kasa, şen sesler, herkes için ucundan bir parça koparılıp kaçırılacak kısa, azıcık bir an, haberlerden önce, her şeyi hatırlamadan önce beyaz bir zihinle dünyaya bakılan, kitap bile okunmaz bir an geldi. Sanki bunlar olmadığı için okuyormuşuz, bu anki kadar mesut olmak nedir bilmediğimiz için. Doğru diyor Wilhelm, dünyada anlamlı bir iş yapanlar mutlu insanlar değildir, umutsuzlardır. Güneşte ağnama fırsatı uzasa yahut insan bunu mutlak mutluluk saysa, hayat ne güzel, neyime yetmiyor diyebilir. Ya da kaderine büsbütün teslim olsa, ü
mitli veya ümitsiz olmak bize düşmez, biz nöbeti teslim edeceğimiz günü beklemekteyiz diyebilir.

İleride oynayanlara bakıyoruz. Ultimate frizbi, dünyanın hakemsiz oynanan tek takım oyunu. Canı oyun oynamak isteyenlerin, dünyanın en mühim işiymiş gibi yapmadan, hem ciddiyet hem neşeyle oynadıkları bir oyun gibi görünüyor. Eğer frizbi size gelirse yerinizde durup elinizden çıkarıyorsunuz. Frizbiye tutunmak yok. Elden ele elden ele amaç frizbiyi karşı sahaya geçirebilmek. Kimse karşı takımın oyuncusuna dokunamıyor. Kadınlar ve erkekler birlikte oynayabiliyor. Oynamadım, oynayanlar daha iyi bilir ama uzaktan bakınca ultimate frizbi, birlikte yaşayabilme üzerine bir alıştırmaya benziyor.

Hava öyle güzel ki kitap okunmuyor, dışarlara bakılıyor.

Eski Masum Saatlerin Yelkovanları*

Zor olmalı. Yaşamanın kiraz küpesi kız çocuklarının kulağından çıkarılıp alınırken izlemek. Göğü incecik bir aralıktan, iki gölge, iki perde arasından mavi bir çizgi kadar görürken onlar, bilmek, konuşamamak.

"Dünyanın en eski günahlarından biriydi, bizimle başlamadı" diyenlerle, "bizimle bitmeliydi" diyemeyenlerin sessizce yedikleri öğle yemekleri zor olmalı. Bir çift söz hakkı olmak söyleyecek, onu da muhatabına söyleyemiyor olmak. Önceden, böyle bir çocuğa denk gelse, onu kurtarmak için canını ortaya koyacağını bilmek. Şimdi bilemez olmak; kendisine gösterilen manzara geceleri canlanır, o çocuklar o halleriyle avizenin orada asılı durur. Kaderleri buymuş diye inanmaya çabalamak zor olmalı. Biz onlarla aynı şeyi söylemiş olmayalım, biz bizimle aynı şeyi söylemiş olalım diye lafı içinde eğirir dururken sözün zamanının çoktan geçtiğini görmek zor olmalı.

Kıyamet gelmiş geçmiş de dehşete inanmak için “ama daha sûr’a üfürülecek” diye işaret beklemek. Doğuya ve batıya, insan kardeşlerine doğru içinden akıp duran ağlamayı içine itekleyip durmak zor olmalı. Ben kimim ve neye üzülmem gerekir diye etrafa bakınmak, ne yapsa bir diğerine ihanet etmekle suçlanacak, ekmeksiz kimsesiz ve onursuz kalacak olmaktan her gün endişe duymak. Kederin yersiz olduğuna, canların kuş olup uçtuğuna, yananların gerçekten yanmadığına gerçekten inanmak zor olmalı.

Kardeşlerimiz  kırık kollarını bacaklarını hayatlarını sürüyerek bir gün dönerler, birlikte vapurlara, otobüslere bineriz, aynı iş yerlerine, aynı cennet bahçelerine gideriz. Otobüste birbirimizi görmezden gelemediğimizde onlara şöyle deriz: Kötülerin en kötüsü, iyileri de yanlarına çekebilenlermiş. 

Düşünecek zamanı çok olmak zor olmalı. Düşünecek zamanı olmayacak kadar meşgul tutulmak da zor olmalı. Ayağına taş değmeden bu günleri atlattığına memnun olmalı iken  kimselere, "ben artık evimdeyken evimi özlüyorum" diyememek de zor olmalı. Böyle bir hayatı istemiyorken hayatı böyle yapanlardan biriymiş gibi gelmek kendine, çaresiz kalmıştık demek, o zamanlar öyle zamanlardı demek, unutmak zor olmalı. Daha zor değil ama bu da zor olmalı. 


Hayatı burasından



Bir çocuk şunu merak edermiş: Kimin aklındayım? Yetişkinler de farklı değil, sevmek, sevilmek, konuşmak, birinin aklında olmak istiyorlar. İnanç belki bu yüzden de kimimizin hayatındaki en önemli bağ oluyor. Marquez'in bir kitabında vardı, "senin tanrıya inanman değil onun sana inanması." Bu, hayatla bir bağ, "bana inanan biri var, birinin aklındayım."

İhtiyar ruhlar sohbet ediyorlar. Biz hayatı burasından olsun tutmalıymışız, olmayışıyla, toprağının gevşekliği, dostluğunun faniliğiyle. Güneş batacakmış, tek bir hayat ibaresi taşımayan, tek bir ses olsun işitilmeyen antik kentlere bakmalıymışız.  Buralar artık daha da değersizleşecekmiş. Bu acılardan hepimiz geçiyormuşuz. Başkaları için de yaşamalıymışız. Neyin önemli olduğunu böyle böyle öğrenecekmişiz.
Arafta, terminallerde, kimlere rastlayıp elinden tuttuysak bu ara, ne okuduysak, ne pişirip dağıttıysak, elimizden bunlar tutacakmış. 

 Eskisi gibi olmayacakmışız. Yenisi gibi olmamız da zaman alacakmış. 

Eski Kitap, Yeni Kitap

Blogdaki yazılardan 2014 yılına kadar olanların toplandığı bir kitabım vardı biliyorsunuz. Bu kitabın yayıneviyle sözleşmesi çoktan bitti. B...