Hiçbir şey olmayan yaz günleri



Vişneler oldu. Şurup yapayım diye Ahmet akşamüzeri toplamıştı. Onları suya koydum. Akşam yemeğini koymadım daha. Buzluktan bir şeyler çıkardım. Buzluktan çıkaracak bir şeyleri olan kadınlara hep özenmişimdir. Bulaşık makinesinin sesi, serçelerin ve evin karşısında uzayıp giden yokuşa kaldırım döşeyen iş makinelerinin sesleri bir arada. Arada bir kırık beton parçaları yere dökülüyor gibi tıkırtılı bir ses. İş makinesi durduğunda da içindeki radyodan bazen bir spikerin bazen bir şarkının sesi geliyor.

Cumartesi günü kitaplığımda en üstte soldan üçüncü rafın önünde bir örümcek ağı gördüm. İnce ince dantel gibi yusyuvarlak örmüş, alttaki iki ipliği de alt raftaki Smokie plağının iki köşesine tutturmuş ve ağın tam ortasına bir gözbebeği gibi oturmuş, küçük, kendinden emin ve kahverengi. Acaba dedim bunları hıfzet demek için mi ördü yoksa da bu sayfayı kapatalım demek için mi?

Ayşe’nin sitede bir arkadaşı var. Birlikte kendi oyun hamurlarını yapıyorlar. Sonra ellerindeki bebekleri siyaha ve kırmızıya boyayarak (ve birinin saçlarını laciverte) uğur böceği ile kara kedi yapıyorlar. Barbie bebeklerin kıtık kıtık olmuş saçlarını kesiyorlar, rengi solmuş altı ezilmiş terlikleriyle sokakta seke seke bir onların bir bizim evimizdeler. Akan musluktaki suyu kestiklerini hayal ederek büyük bir makası açıp kapatıyor ve gülüyorlar. Tahta merdivenlerden bam bam bam diye iniyorlar. Çocuklar topuklarında yaşıyorlar parmak uçlarında değil. Bir şeylere şaşırıyorlar ve yeni kararlar veriyorlar. Dalgın oyunları ve konuşmalarındaki kesik kesiklik insana uzun bir yazı ve uykuyu hatırlatıyor.

“Biraz daha şampuan koyalım"
“Gel bakalım zürafa, bu bebeği de al”
“Eyvah uğur böceği öldü, tekrar boyayım mı?”
“Sarıdan nefret ederim. Hepsi siyah olsun.”

Peter handke’nin Berlin Üzerinden Gökyüzü filminde okunan şiiri:
Çocuk çocukken
Kollarını sallayarak yürürdü
Derenin ırmak olmasını isterdi
Irmağın da sel
Ve birikintinin deniz olmasını
Çocuk çocukken
Çocuk olduğunu bilmezdi
Her şey yaşam doluydu
Ve tüm yaşam birdi.
Çocuk çocukken
Hiçbir şey hakkında fikri yoktu
Alışkanlıkları yoktu
Bağdaş kurup otururdu
Sonra koşmaya başlardı
Saçının bir tutamı hiç yatmazdı
Ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi.
…….

Cuma günü, uçamayan bir serçe buldular. Geçen sene bulduğumuz kanadı kırık güvercini hatırladım. Ayşe evdeydi. Güvercini bir kutuya koyup 2. Etaptaki veterinere götürmüştük. Veteriner ona damla vermişti. Kanadı için yapacak bir şey yok demişti. Biz de evin girişinde ters çevrilmiş sarı bir çamaşır sepetinin içinde tutmuştuk onu. Buğday ve su veriyordum. İki gün iyileşmedi. Üçüncü gün galiba girişteki kapıyı postacı veya başka biri açık bırakıp gitmiş ve bir kedi onu bulup yemiş olmalı. Tüylerini bulduk.

Çocuklar mutfak camından seslenince yine aynı şeyin olacağını düşünüp üzüldüm. Bir gün önce aldığımız salata kâsesinin karton kutusu duruyordu, tornavidayla delikler açtım. İki küçük kabın içine bulgur ve su koyup bahçeye bıraktım. Çocuklar Ahmet ve ben serçeyi yakalamak için çember oluşturduk; çalıların bir o yanında bir bu yanındayız. Serçe yan yan zıplayarak gidiyor. Suya düşmüş de çıkmış gibi tüyleri inmiş, koyulaşmış, biraz da hırpalanmış. Öyle küçük ve öyle zayıf ki onu neyle yakalayacağımızı bile bilmiyoruz aslında. Peşinden gittikçe kaçıyor, çalıların arasına saklanıyor. Ahmet diyor ki belki de müdahale etmemeli. Zıplaya zıplaya açıklık bir yere geliyor, kiraz ağacının altında çıplak toprakta duruyor, hepimiz de duruyoruz, yorgunuz. Sonra kiraz ağacından leylak ağacına doğru koşup koşup uçmaya başlıyor. Havalanan uçaklar gibi. Şaşırıyoruz ama ciddiye de almıyoruz. Nasılsa fazla dayanamaz diye olduğumuz yerde bekliyoruz. Eninde sonunda düşer. En son ne zaman mucize gördüm? Düşmüyor. Uçup gidiyor. Arkasından bakıyoruz. Gülmeyi biraz daha sonra akıl ediyoruz.

Hepimiz Yarımız




Hepimiz yarımız. Hatta çeyreğiz bile. Daldan erik toplayan babamız artık yok diye yarımız. Bir çocuk doğuramadık diye ve bazen de doğurduktan sonra bir yarımız onun gittiği her yolu tin tin tin takip ediyor diye. Bazen kafamız eskisi gibi çalışmıyor diye. Bazen kalbimiz.

Hayallerimiz kırıldı diye yarımız ve bazen de gerçek oldu diye.
Hikayemizden bir kişi eksildi diye yarımız. Bazen yeni biri geldi diye. 
Kimimiz ruh eşimizle karşılaşmadığımız için yarımız ve kimimiz karşılaştı diye.
Orada bir ailemiz vardır ve güzel arkadaşlarımız. Uzakta olduğumuz için yarımız ve bazen ne acı, yakın olduğumuz için. En zorunu da kendimiz yaşıyoruz sandığımız için yarımız.
Çok sevmekten yarımız bazen, bazen sevememekten.
Babamız, ona bir şey sormak istediğimizde buralarda olmadığı için yarımız ve buralarda olan babamıza bir şey soramadığımız için bazen.
Kendimizi bir şey sandığımız için yarımız. Bir hiç sandığımız için bazen.
Geçmişi unutamadığımız için yarımız. Geçmişe sünger çekmeyi kolay bulduğumuz için bazen.
İnsanlarla konuşmadan önce yarımız bazen. Bazen konuştuktan sonra.

Sonra bir sofranın başında toplanırız. Muhakkak o sofranın başında toplanırız ve bir bakarız ki 97 parça yemek takımıyız. Hiçbirimiz eksik, uzak, hasta, yaban değil. Hiçbir parçamız kırık değil. Yarımlığımızın suçlusu çocuğumuz, ana babamız, arabamız değil. İnsan olduğumuz için yarımız belki de böyle tamız.

Sonra, insan olamadığımız için yarımız. Az önce ışıklarda durduk. Yeşil yanınca arabaların arasında, ışıklarda, boynunda kolyesi, altında kırmızı şalvarıyla gezen o yabancı kızın yanından geçtik. Onu gördük diye yarımız. Göz göze gelmediğimiz sürece onu bir insan değil bir robot gibi görmeye devam edebiliriz sandığımız için yarımız. Başına bir şey gelir mi diye endişe duymadığımız için yarımız. Duyduğumuz endişe, gözlerimizi kaçırmamıza engel olmadı diye yarımız. Kayınvalidemize iftara gidiyoruz. Yemek bulmak için bir kez çöp karıştırmadık hayatımızda. Çöp karıştırmanın ne olduğunu bilmediğimiz için yarımız.

"Canı sıkılan adamlar, şişelere kurşun sıkar" gibi insan vurdukları ve ölünce tamam olacak mıyız bir teminat veremedikleri için yarımız. Orada şehirler var, bir zamanlar çok güzeldiler. Kemerler, taş duvarlar ve avlular. Yaşlılar var. Tam kadınlar ve onların çocukları. O şehirlere belki hiç gitmeyecektik bile ama artık olmadıklarını bildiğimiz için yarımız. Bir daha öylesini yapamayacağımız için yarımız. Bugün orada bir ihtiyar gözlerini hayata yumduğunda gözlerindeki son görüntü bu olacağı için yarımız.

Heidi'nin dedesini sevmek için sebepler





  • Köyde, birini öldürdüğüne dair söylentiler vardır ancak kendini aklamaya çalışmaz. Ve aslını açıklamadığı bu söylentiye inandığı için bir de küçücük Heidi’ye içerler. “Dilersen onlara inan.” Susar. Konuşmasa da sevecek mi sevecek küçük Heidi. Kötü olduğumuzu bildiği halde bile bizi sevecek o kişiyi arar dururuz. Bazı kocaman insanlar nasıl da onlardan beklenmeyecek kadar çocuk.
  • Kalbi katılaştıran yerlerden geçmiş herkes gibi acı, katı, sert. Ama her diken gibi, her sert kabuk gibi iyi bir şeyi, kendisinden alınmasını istemediği bir şeyi koruyordur aslında.
  • O hışır hışır yüzü mutlaka gülecek, çocuğa ev olacaktır evi.
  • Öyle zengin sofralar kuramaz ama torununun süt içmesi önemlidir. İşte kimi insanlar kimi şeyleri iyi yaparlar. Az yaparlar ama kalpten ve iyi yaparlar.
  • Okula karşı olmasına rağmen küçük kız okusun diye kışın köye taşınır.  Yazın tekrar dağlara dönmek üzere. Sevdiği biri için evini, dağlarını bırakabilir. Bak bunu köylüler bilmez. Köylüler daha bir sürü şeyi bilmez. Konuşurlar.
  • Çalışkandır. Odun keser, odun taşır, peynir yapar, hayvanlara bakar ve mizacı böyledir: kılını sadece önemli bir şey için kıpırdatır.
  • Ve eninde sonunda o ikinci sandalyeyi yapar, öncesinde üzse bile yapacaktır.
  • Hep beklerim ki gitsin Heidi’yi ondan koparan o teyzenin camını çerçevesini indirsin. İndirmez. Geçmişte yaptığı bir hata yüzünden, bir daha aynısını yapıp bir daha köylünün diline düşmemek için mi, yoksa Heidi eninde sonunda gelip onu bulacak mı, bunu denemek için mi?


Eski Kitap, Yeni Kitap

Blogdaki yazılardan 2014 yılına kadar olanların toplandığı bir kitabım vardı biliyorsunuz. Bu kitabın yayıneviyle sözleşmesi çoktan bitti. B...