Annem mutfakta iş yaparken ayak altında gezmeyeyim diye
harfleri öğretmişti. Bir harf yazar ve “şimdi bunu bir sayfa yazıp getir” derdi. Öyle öyle
bütün harfleri öğrenmiştim. Sonra sıra bu harfleri birleştirmeye gelmişti.
Köyde oturuyorduk ve köyde oturan insanların en büyük
eğlencesi akşam oturmalarıydı. Bu oturmaların birinden dönüşte
eve girer girmez niyeyse gittim sehpanın üzerinde duran kitabı elime aldım ve
kitabın adını okudum: Söke Söke. İlk okuduğum kelimeler bunlardı.
Okuma yazmayı öğrenince evde bir şenlik oldu. Sanırım dahi olduğumu düşünmüşlerdi ve bana sınıf atlatmaya karar
verdiler. Yalnız öyle herkesin sınıf atlayamayacağını vurgulamak için düzenlenen
(bunu vurgulamayı severler) bir sınavdan geçmem gerekiyordu. Sınavda, “Haftada
kaç gün vardır?” gibi zor sorular vardı. Sınavı geçtim ve 6 yaşında ikinci
sınıfa başladım. Matematiğin biraz fazla gizemli dünyasına adım atmam da aynı
döneme denk geldi. Harfleri anlayacak kadar büyüdüysem de sayıları anlayacak
kadar büyümemiş olabileceğim söylendi. Sınıf atlamak, teoride dâhilere karışacakmışsınız
hissi veriyor ancak pratikte resmen aptal gibi hissettiriyordu. Sonra sınıfta en
küçük, en kısa boylu siz oluyor ve bazı esprileri anlamıyordunuz (bu son kısım
hala geçerli). Bir şeylerin dışında kaldığınızı hissediyordunuz ama tam olarak
neyin, onu da bulamıyordunuz (bu da). Zaten sessiz bir çocukken iyice sessiz
olmuştum. Fazla arkadaşım yoktu ve herkes benden daha uzun boylu ve daha akıllı
gibiydi. Üstelik herkes çok eğleniyor gibiydi. Bense eğlenmiyordum. Başlayan
bir gün bir türlü bitmiyordu.
Sonra bir gün o geldi. Feride. Anneanne ve dedesi sandığımız
anne ve babasıyla gizemli ve sessiz bir şekilde karşımızdaki eve
taşındılar. Feride’nin insanı kendine çeken tuhaf bir sakinliği vardı. Feride
mütemadiyen durur ve dururdu. Duruşunda çevresini dinginliğe kavuşturan bir şeyler
vardı. Upuzun parlak dalgalı saçları, bembeyaz ve pürüzsüz cildiyle köydeki
çoğu çocuktan farklıydı. Boyu çok uzundu. Benden kesin büyüktü ama galiba
sınıftaki herkesten büyüktü. Davranışlarında büyüklere özgü bir zarafet, telaffuzunda
çocuklarda rastlanmayan bir kibarlık vardı. Feride’yle nasıl arkadaş olduğumuzu
hatırlamıyorum. Bazı şeylerin başka türlü olması düşünülemez. Ama çocuklar farklı
bir şey gördüklerinde bazen acımasız olabilirler. Sınıftakiler de Feride’ye
sataşırlar, onu kızdırmaya çalışırlardı. “Feride Feride kulakları geride” diye
bir şarkı söylerlerdi. Feride duruşunu değiştirmezdi. Feride’ye bir şey olmazdı.
Daha kambur oturmaz, cevap da vermezdi. Sanki o şarkı bir rüzgarmış da Feride’nin
sadece saçlarını şöyle hafifçe savurup geçermiş gibi telaşsız… bense içimde bir yerde bilirdim ki Feride’yle
biz eski zamanlardan beri dostuz. O durdukça ben de orada bir yerlerde durmayı
severdim.
Biz koşturmacalı oyunlara katılmazdık. İp atlamaya
kalktığımızda ise çabucak yorulur ve sıkılırdık. Evet çocuk oyunlarıyla
eğlenmezdik. Daha çok bahçede yürür, dalgın ve yarım cümleler kurar,
ayakkabılarımızın kenarına yapışıp bizi ağırlaştıran çamuru, bir yerlerden
bulduğumuz küçük dal parçalarıyla sıyırır, sanırım diğer çocuklar o kadar
eğlenirken meşgul görünmeye çalışırdık. Çoğunlukla susardık ve beraber yaptığımız
en eğlenceli şey, çokoprens ambalajlarını buruşturup siyah önlüklerimize
sürerek üzerimizi simlerle kaplamaktı.
Annesi Feride’nin bir yere gitmesine izin vermezdi. Ben
onlara giderdim. Evleri her zaman tertemiz ve aydınlıktı. Pencerenin önündeki
masaya oturur, ödevlerimizi yapardık. Annesi bize bisküvi getirirdi. Beni
uğurlarken “Feride’ye iyi oluyor, yine gel tamam mı?” gibi bir şeyler söylerdi.
Birini, sırf çocuğunu sevdiği ve sevindirdiği için seven annelerin teşekkür
eden bakışıyla bakardı.
Feride’yle sessizlikte durma hikayemiz kısa sürdü. Bir gün
taşınıp gittiler. Bir açıklama yapmadan, haber vermeden… Mavi çerçeveli
pencerelerine bakarak Feride’yi özledim. Feride varken yalnızlığım, aptallığım,
küçüklüğüm yoktu sanki. Feride ve ben, en küçükle en büyük, normal olanın
sıradan dünyasında kendimize ait sessiz, sakin ve bizi kimsenin rahatsız
edemeyeceği başka bir dünya kurmuş, orada oynamış ve yalnızlığımızdan
arınmıştık. O gittikten sonra, okuma yazmayı öğrenmemiş olmayı daha çok diledim.
O gittikten sonra diğer çocuklarla kovalamaca ve mendil kapmaca gibi şeyler
oynamaktan daha çok sıkıldım.
Yıllar içinde Feride’yle yaşadığım o hissi hatırlatan arkadaşlarım oldu. Feride’yle ilk kez farkında olmadan da olsa tanışmaya başladığım kabilemin üyeleri hiç ummadığım yerlerde karşıma çıktılar. Onlarla sessizce
oturmak, göz göze gelmek, sarılmak… Onlara bir şeyler yazmak, bir çiçek çizmek,
bir şarkı yollamak… Anlamak, anlaşılmak, konuşmak, susmak, birlikte bir ağacına altında oturmak ne güzeldi... Pek çoğu gitmeli, uzaklı, taşınmalı hikayeler oldu. Yine de onlarla yollarda karşılaştıkça ve sihirli ellerle birbirimize dokundukça inandım ki dünyada tek oyun mendil kapmaca değil. İnandım ki birlikte ayakkabılarımızın kenarındaki çamuru temizleyip üstümüze çokoprens simleri
sürebileceğimiz oyun arkadaşlarımız dünyanın bir ucunda da olsa varlar ve bizi
buluyorlar. Ve onları buluyoruz.
Var mı gerçekten, varlar mı?
YanıtlaSilBence var :)
Silyazı beni ağlattı.. pek hareket etmediğimden karşılaşamıyorum kendi feride'lerimle demek ki..
YanıtlaSilhilal, hilal, hilal. o kadar iyi geldi ki bana bu yazı. mustafalim tam da sen gibi bir çocuk. ama herkes öyle boğuyor ki. amanın sosyal olmaz endişesiyle beni. Afff yarabbi. Çok iyi geldi. seen gibi olsun inşallah.
YanıtlaSil