Kitapçıya gitmek için dışarı çıkıyorum. Ankara’nın böyle
ılık, yağmurlu kış günleri olur ya, yerler ıslak ve hava ferah olur. Kapının dışıyla
içi arasında ne büyük fark var. Kapının önünde kediler beliriyor. Birini yazdan
beri tanıyorum. Nonnik adı. Bunu Ahmet buldu. Diğeri bu aralar gelmeye başladı.
Ayşe ona Topaç demeye başladı. Bense bir şeylere isim vermek konusunda iyi değilim. Artık onları
kendi kedilerimiz gibi görüyoruz. Arada bir içeri kaçıyorlar, sakince alıp
dışarı koyuyoruz. Hiç de direnmeden, olay çıkarmadan kolayca çıkıyorlar. Aslında
evde kedi beslemeyi çok isterdim ama alerjim var. Boğazım şişip tıkanıyor,
nefes alamaz hale geliyorum.
Göksu’da bir Ada var. Oraya gidiyorum. Haruki Murakami’nin
Koşmasaydım Yazamazdım’ı birkaç yıl önce okumuştum. Şimdi Türkçe’ye çevrilmiş.
Bu aralar böyle yazmayla ilgili şeyler okumayı seviyorum, onu alayım dedim. Kitapçı
Murakami’nin yeni kitabı da geldi diyor. İmkansızın Şarkısı’nı sevmemiştim.
Aslında yazardan değil de ben artık sanırım boşluklu şeyleri
okumayı sevmiyorum. Mutlu sonlara, güzel şeylere, anlamı olan hüzne, o boşluğun
dolmuş veya dolabilir haline inanmayı seviyorum. O yüzden pek çok kişi dalga
geçse de sıradan bir self help kitabını, çok iyi bir romana tercih edebilirim. İşime
yarıyor mu yarıyor. Derken Maya Angelou’nun Annem ve Ben ve Annem kitabını fark
ettim. Böyle acılardan geçip büyüyen kadınlar mesela ilgimi çekiyor. Bizim
bölümde düzyazı ve biyografi diye bir ders vardı. Bir de eleştiri kuramları
vardı. Oralarda ünlü yazarların edebiyat ve hayata dair fikirlerini öğrenmek,
onların ünlü eserlerini okumaktan daha cazip gelirdi. Mektuplar, anılar,
biyografiler, otobiyografiler bence insan türünü tanımanın hatta başkalarının
tecrübelerinden de öğütler almanın güzel bir yolu. Ayrıca denemeler, bilimsel
yazılar, makaleler de öyle. Galiba öğrenmeyi seviyorum, romanlar biraz sadede
gelememek, gerçeğin etrafında dolanmak gibi mi geliyor nedir. Ama bir gün belki
ben de zekice kurgulanmış uzun romanları okumayı severim.
Kafeye gidiyorum. Bahçe tarafına oturuyorum. Kafede Ajda
Pekkan şarkıları çalıyor. Üstümüzü örten çadıra yağmur düşüyor. İlk şarkı güzel.
Önceden de bir iki kere duyduğum ama pek dikkat etmediğim bir şarkı. "Uzakta gördüğüm yüz benim mi" diye başlıyor. Açım. Ne zaman
acıksam tost yemek geliyor içimden. Yüz tane seçenek değil en fazla beş
seçeneğim var. En sevdiğim tost, beyaz peynirli tost. Gerçi o burada yokmuş. Bir
de çay söylüyorum. Arkamdaki masada konuşulanları duyuyorum. Biri, arkadaşının nasıl bir
erkek hayal ettiğini anlatıyor: Atatürkçü, uzun boylu ve sigara kullanmayan. Önce
Maya Angelou’nun kitabına bakıyorum biraz. Sonra Murakami’ye. Murakami’ye bir
başlıyorum devamı geliyor.
Ajda Pekkan’ın Sana Ne, Kime Ne’si çalıyor. Seveceğim
Gezeceğim’i çalıyor. Böyle özgürlük manifestolu şarkılar bana biraz yorgunluk
hissi veriyor. Olayların ve acıların içinden inkar etmeden ve başka türlü
görünmeye çalışmadan geçen sözler daha cesur daha bilgece gelir hep. O yüzden
ilk çalan şarkıyı daha çok sevdiğimi düşünürken Uykusuz Her Gece çalmaya
başlıyor.
O sırada kitabın şu bölümündeyim:
…..
Birilerinin nedensiz (en
azından ben öyle düşünüyorum) eleştirilerine maruz kaldığımda ya da beni
doğallıkla kabul edeceğini düşündüğüm biri tarafından kabul edilmediğimde, her
zamankinden biraz daha uzun mesafe koşarım. Her zamankinden daha uzun mesafe
koşmak yoluyla, o ölçüde kendimi fiziksel olarak tüketmiş olurum. Üstelik yeteneklerinin
sınırları olan, güçsüz bir insan olduğumu bir kez daha idrak ederim. Dahası her
zamankinden daha uzun mesafe koşmak sayesinde kendi bedenimi de biraz daha
güçlendirmiş olurum. Birine öfkelendiğimde, o ölçüde kendimi zorlarım. İçime dert
olan bir şeyler olduğunda, o ölçüde kendimi törpülerim.
Haruki Murakami-
Koşmasaydım Yazamazdım Sayfa 28
Oturduğum yer çok güzel, kimse sürekli gelip boş bardağı
alıp yeni bir şey isteme gerginliği yaratmıyor. Okuyorum, bakıyorum. 30lu
yaşlarımdan önce tek başıma bir yere yemeğe veya çay içmeye gitmezdim onu
düşünüyorum. Yani gitmek zorunda kalsam da dikkatim sürekli kendi üstümde
olurdu, tuhaf hissederdim. Şimdi çoğu zaman, evdeki kafamda hangi düşünceler, dalgınlıklar
varsa orada da onlar olduğunu fark ediyorum. Derken Ajda Pekkan şarkıları
bitiyor. Bu kez Funda Arar şarkıları çalmaya başlıyor. Dikkatim dağılıyor. Funda
arar Benim İçin Üzülme’yi bitirdikten sonra hesabı istiyorum. Sonra dolmuşa
binip bizim o parkta inip yeşil ve sarı yaprakların arasından
yürüyorum. Yürürken üç tane genç kız görüyorum parkta. Fotoğraf çekiyorlar. Bir
tanesi yeni yapılan filli kaydıraktaki beyaz dişlerden birine tutunarak arkadaşlarına
poz veriyor. Eve vardığımda Topaç yine burnunu kapıya sürterek içeri girmek
istediğini söylüyor. Alıp kapıdan uzaklaştırıyorum. Mama kaplarına biraz daha
mama koyup içeri giriyorum. Yeni kitapların ve hava alıp dönmüş olmanın hevesiyle
önce bir çay demliyorum. Ajda Pekkan’ın kafede duyduğum şarkısının aklımda kalan birkaç sözünü
internette araştırıyorum. Aklımda sadece "yüz benim mi?" kısmı kalmış. Şarkının adını buluyorum. Bir an önce işleri bitirip
kitaba devam etmek için yemeği koymam lazım. Şarkıyı açıyorum. Soğanları ince ince doğrarken dinliyorum.