Kedilerden Haydut. Haydut mahallenin kabadayı kedisi. Arada
bir gelip kafasını kapıya vurup mama ister. Buralar hep onundur. Kimseye yedirmez. Kendi
yer.
Dün bahçeye çıktım. Eryaman’ın en güzel hali, sisten
görünmeyen hali, onu söyleyeyim. Bir de göl var. Göl de iyi. Yani Ankara için
iyi. Bahçeye çıkıp sisi karanlığı ve soğuğu görünce Haydut’u hatırladım. Ne yapıyordur
ki acaba şimdi? Haydutu pek sevdiğimden değil ama hava soğuk. Hem Haydut benim
yanımda yavru kedi gibi davranıyor ve bu hoşuma gidiyor. Ahmet’le Ayşe’nin
ayağına filan saldıran çatık kaşlı bir kediden, yumuşacık bir pisi kediye dönüşüyor.
Bana saldırırsa bir daha onu beslemeyeceğimi düşünerek mi böyle yapıyor
bilmiyorum. Kedileri severim ama kedi videosuna denk gelirsem bizimkiler kadar
eğlenmem. Sevgim o düzeyde.
Kapıyı açıyorum. Haydut da beni anmış. Kapıya dayanmış
bekliyor. İrkiliyorum, içeri kaçmasın diye kapıyı çekiyorum. Anahtar içeride
kalıyor. Kendime inanamıyorum. Haydut’un yaptığına inanamıyorum. Yıllar önce
Murathan Mungan’ın Paranın Cinleri kitabında babasının söylediği o sözün şıp
diye aklıma gelmesine inanamıyorum. Çünkü bu sözü duyduğumdan beri unutmaya,
yalancı çıkarmaya çalışıyorum. "Beni hayatta üç şey mahvetti," diyor: "fazla
cesaret, fazla merhamet, fazla sevgi." Kapının önünde soğukta Murathan Mungan’ın rahmetli babasına böyle içimden cevaplar veriyorum. İnsanı bunlar mahvetmez de, belki “bu kedi (Haydut) ben olmasaydım ölürdü” demek gibi büyük büyük laflar mahveder. Öbür yandan Murathan Mungan diyor ki, kedileri doğru düzgün
sevebilenler, insanları da güzel severler… Ona da cevap vermek istiyorum ama
haklı gibi. Sanırım cevap veremem.
Rabia teyzeye gidiyorum. Ali amca kapıyı açabileceğini
düşünüyor. Plastik bir kartla. Açamıyor. Ahmet gelene kadar bekle burada
diyorlar ama eve girmem lazım benim. Israr edince, çilingirin numarası varmış kapıda
onu hatırlıyorlar. Etiket yapıştırırlar ya kapılara, onların elektrik sayacına
da bir tane yapıştırmışlar. Ali amcanın telefonundan o numarayı arıyorum. Gerçekten
15 dakikada gelecekler mi acaba?
Rabia teyze lahana sarması için iç hazırlamış yoğuruyor. Bir
süre mutfakta bakınıyorum, bir koku var ağzımı sulandıran. Lahana sarması
değil. Başka bir şey. Sonra bulana kadar Rabia teyzeyi dinleyemiyorum. O arada
maydanoz saplarını kaynatmakla ilgili bir şey kaçırmış olabilirim. Karnımı acıktıran
koku, salça kokusu. Ekşi, sulu, salça kokusu. İnsanların kaşık kaşık salça
yemelerini anlıyorum. Bir anda evsiz ve aç kaldım işte diye düşünerek hemen
kendime dram yazıyorum oracıkta.
Bebekler ilk doğduğunda onlara su verilmeli mi, onu
konuşuyoruz. Bir zamanlar hemşireler su verin diye başında beklermiş annelerin,
şimdi artık verilmiyor. Eskiler ne çok şey biliyor diyoruz. Böyle git gide biz
de eskiyoruz aslında.
Komşularımda telefon numaramın olmamasını düşünüyorum. Telefon
numaramı Rabia teyzeyle Ali amcanın telefonlarına kaydediyorum. Hilal Komşu
diye. Kendi numaralarını ezbere bilmedikleri için cep telefonlarından birbirlerinin numaralarını bulmamı söylüyorlar. Onların numaralarını da bir ilaç kutusunu yırtıp içindeki kartona çilingirin numarasıyla birlikte yazıp cebime atıyorum.
Rabia teyze, en küçük kızı için iş yerinde yesin diye
yaptığı sandviçten bahsediyor “bir de çay söylüyor kendine” diyor. Kendine çay
söyleyip annesinin hazırladığı sandviçin çevresindeki sera streç filmi açan
kızı gözümde canlandırıyorum bir an. Sonra peynirin üzerine fesleğenin ne kadar
yakıştığından da konuşuyoruz. Her zaman temiz evler var. Annelerinin kocaman
çocuklarına sandviçler, yolluklar hazırladığı, yemek kokan, aydınlık evler.
Tezgahın üzerindeki plastik süzgeçlerde yıkanmış ve hep ayıklanmayı bekleyen
bir şeyler olan, o sırada açık duran, aslında ses olsun diye sabahtan akşama
kadar açık duran televizyonda yarışma programlarında adamların neşeyle ödülleri
saymalarını izlerken çorba karıştırılabilen, masalarının üzerinde gazete
kağıtlarına serilmiş şifalı otlar olan. Ve o ankastre düzgünlüğünün verdiği
yerli yerinde’lik, her şey yolunda’lık hissi...
Çilingir 15 dakika sonra, yanında Yusuf Abi’yle geliyor. Yusuf abi diyor ki, “dolanıp duruyordu
buralarda. Sormuyor da nereyi aradığını.” Çilingir, elinde tornavida gibi bir
şeyi beş kere kapının arasında farklı yerlere taktıktan sonra kapıyı tık diye açıyor
ve belki onun 1500. kez duymuş olacağı ama benim ilk kez ağzımdan kaçan (böyle
aptalca şeyler ancak ağızdan kaçar, kasıtlı söylenmez) “bize de öğretin”i
söylüyorum. Gülmüyor bile. Geçmiş olsun diyor sadece. Kapının önünde dört
kişiyiz. Yusuf abi çilingire bakıyor “ne kadar kolaymış.” “Bizim işimiz bu
diyor.” “Hırsızlar böyle mi açıyor?” “Evet ama biz legal olarak açıyoruz işte.”
O an belki de burası benim evim değildi, nereden biliyor diye düşünüyorum. Mesela
yanımda Rabia teyzeyle Yusuf abi olmasa yine de açar mıydı kapıyı? Sonra bazı
meslek erbabının yıllar içinde bazı şeyleri açıklayamayacakları şekilde bir
bakışta bildiklerini hatırlıyorum. İnsan sarraflığı çilingirlerin de çift ana dalından
biri olabilir mi?
Bir dâhinin arkasından bakar gibi hayranlıkla bakakalıyoruz o
arabasına binip giderken.
Acaba niye oldu ki böyle bir şey? diye düşünüyorum. Yani
kapıda kalmak. Ellerimle burnum üşümüş. Sonra neden her olayın hikmeti nedir
diye bu kadar düşünüyorum ki diye düşünüyorum. Sonra Haydut’u yine görüyorum ve
Murathan Mungan’ın babasına tekrar cevap veriyorum. Hayır, merhamet, sevgi veya
cesaret iyidir. Ondan olmadı bu. Bu belki de Haydut’u az sevmekten veya başka
bir şeyden. Dışarıdan bakınca görülen ama benim içeriden göremediğim bir şeyden.